İSTİKÂMET

A -
A +
İslâmiyyet’in en büyük düşmanı kim? İngilizler. İslâmî bankacılığın merkezi neresi? Londra. Merâk etmeyin en ufak bir tenâkuz yok. Sâdece biz çok safız. Yüz senedir grogi durumundayız. Bu yüzden birçok şeyi ma’nâlandırmakda zorlanıyoruz. İrticâ, mürteci, laiklik diyerek bizi hareketsiz bırakdılar. Şarka dönmek yasakdı. Bir konuda serbestdik: Vatanı kurtarmak! Hangi vatanı? Şu avuç içi kadar toprak var ya işte orayı! Hem de öyle bir kerre iki kerre değil. Defalarca. Hattâ her sene yüzlerce binlerce defa. Sâdece şehirlerde değil. Okul olan her yerde. Çocuklarımızın çaldığı trampetlerle, trompetlerle. “Bir zamanlar başımızda/Bir duygusuz sultan vardı/Memlekete hiç bakmazdı/Ne fabrika ne yolumuz/Ne de böyle okulumuz/Yurtta bir şeyimiz yoktu/Bu yüzden derdimiz çoktu” maskaralığıyla… Artık güler misin ağlar mısın sen karar ver!
 
Osmanlı gerçeği ta’kîb etmiyor, onunla yaşıyordu. Hakîkatin ecdâdımız nazarındaki yeri hava gibiydi. Bir anlık yokluğu ölüm demekdi. Ehl-i sünnet gemisini tehlikeye atacak hiçbir teklîf değerlendirmeye alınmazdı. Gerekirse baş gider, fakat rota korunurdu. Aslında bu kısa cümle koca Osmanlı târihini hülâsâ ediyor. Hadi buyurun Nâdir Şah zamânındaki gelişmeleri hatırlayalım: Büyük ehl-i sünnet âlimi Ca’fer-i Sâdık hazretleriyle uzakdan yakından alâkası bulunmayan, Ca’fer bin Hüseyin Kummî ve Ebû Ca’fer Muhammed Tûsî’den gelen Ca’ferîliği beşinci hak mezheb olarak kabûl etdirmek isteyen İranlılara bekledikleri cevâb verilmemişdi. Osmanlı bu gelişmenin getireceği dünyâ menfaatlerini elinin tersiyle itmiş ve âhireti tercîh etmişdi. Yeniçeri ocağının sefere hareketi için ocak ağasına gönderilen ferman her şeyi anlatıyor: “İran Şâhı Nâdir Şah mezâhib-i erbaa-i hakkâdan (dört hak mezhebden) hâric Ca’ferî nâmiyle beşinci olmak üzere bâtıl mezheb peydâ edüb mezheb-i merkûmu (adı geçen mezhebi) kabûl edin deyu hâşâ sümme hâşâ ehl-i sünnet ve’l-cemaatin pâk i’tikâdlarına halel vermek dâiyesiyle (hırsıyla) hudûd-ı mahrûsama tecâvüz ve taaddîsi muhakkak olub verilen fetvâ-yı şerîfe mûcibince şer’an mukâtelesi ümmet-i merhûme üzerlerine vâcib olmağla…” Osmanlı arşivinde bu mevzûyu konu alan yığınla vesîka var. Yeter ki anahtarlarımızla gidip kapıları açalım…
 
“En büyük kerâmet istikâmet” buyuruyor büyükler. Onlardan boş laf sâdır olmaz. Demek ki istikâmet üzere olmak her babayiğidin harcı değil. Hele bizim gibi sıradan insanlar kendi gayretiyle bu yolda bir arpa boyu mesâfe alamaz. Sıradanlığın makâm ile bir ilgisi yok. Bu sıfat herkese yapışabilir. “Öyle şey mi olur” diyenlere iltifât edilmez. Nefsin sözcülüğüne soyunmak i’tibâr mı bırakır? Dolayısi ile söz konusu değerin elde edilmesi de elde tutulması da çok zor. Ancak nasîbi olanlar bu caddeye girebilir. Yolu bitirmek de nasîbe bağlı. Gerçi her şey öyle ya!
 
Belli bir rotayı ta’kîb etmek ve bunu bir ömür boyu yapmak insanı hayâtî yanlışlara sevk edebilir. Belki de onlarca senedir çok tehlikeli bir keçi yolundayız lâkin farkında değiliz. Bulunduğumuz noktanın sağlamasını yapmak bizi uçurumdan uzaklaşdıracakdır.
 
İyi de sağlama işi nasıl olacak?
 
“Ben” diyen bunu yapamaz. Aklına güvenen yolda kalır. Dinde yeni yollar açmak isteyen şarampole yuvarlanır. Yapılacak iş eshâb-ı kirâmın, tâbiîn-i izâmın, tebe-i tâbiînin yolundan gitmek. Mâzîye dönmek ve ecdâdın yapdıklarını yapmak. Onlar gibi inanmak, onlar gibi i’tikâd etmek. Başka hiçbir şey değil!
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.