Cumhûriyyet devri modernleşmesi bin senelik târihimize kesin bir reddiyye. Filmin başrolünde din ve ırk dâiremizin dışında bulunan taşeronlar var. Bunlara göre memleketimiz geçmişinden gelen zifiri bir karanlık, batı ise göz kamaşdırıcı bir aydınlık içerisinde. Şu hâlde yapılacak iş kilisenin mumlarıyla karanlığı kovmak. Pek tabîî ki büyük efendiden gelen ta’lîmâtlar istikâmetinde!
Taşeron bir me’mûrdur. Emri yerine getirmekle mükellefdir. Davranışlarına nezâret edecek sağlam bir şahsiyyeti yokdur. Hareketlerini yönlendiren ana karargâh olmasa ne yapacağını şaşırır. İrâdesi son derece zayıfdır. Hemen bütün menfîlikler hücrelerine kadar işlemişdir. Lâkin inanılmaz derecedeki seviyesizliği sebebiyle bu durumdan bî-haberdir. Efendisinin buyruğu millî bir vazîfedir. Bağlı bulunduğu dünyânın maddî-ma’nevî bütün yönünü evlâd-ı fâtihâna kabûl etdirme isteği onda bir paranoya hâlini almışdır. Üstün düşüncelerini benimsemeyen herkes ya ortadan kaldırılmalı yâhûd te’sîrsiz hâle getirilmelidir. Aksi takdîrde karanlığı aydınlığa tahvîl etmek kâbil olmayacakdır. Kendisi dâhî, halk eblehdir. İnce hesâblar yapar. Vatandaşın arasına girer ve onları kandırmak niyetiyle namaza dahi durur. Hacılarla hocalarla görünür. Mahallî kıyâfetler giyer. Ortadaki pilava kaşık sallar. Uğradığı yerlerin ağzıyla konuşur. Aslında o bütün bunları ibtidâîlik olarak görmekdedir. Yegâne korkusu efendisinin, ya’nî frengin gözünden düşmekdir. Bu durumda berhevâ olacağını bilir. Efendisine yalaka, ekmeğini yediği insanlara düşmandır. İç dünyâsında kıl kadar mücâdeleye rastlanmaz; habîs rûhu nefsiyle sarmaş dolaşdır. Rûhunun nefsine isyân etmesi kalbindeki mührün açılmasına, o da ilâhî lûtfa bağlıdır. Atdığı bütün hürriyyet nutuklarına rağmen tam bir müstebiddir ve her müstebid gibi korkakdır. Yerli yersiz hürriyyetçi olduğunu ifâde etmesi kapıldığı amansız korkudan ileri gelir. Evet batı kendisine sınırsız destek vermişdir. Ne var ki bunun engel tanımayan bir sel karşısında çâresiz kalacağı meydandadır. Maamâfîh titrediğini kolay kolay belli etmez. Gecelerde ve gündüzlerde duruma hâkim olduğu intibâını uyandırmaya çalışır. Gizli korkunun âşikâr olması uçağa binme vaktinin geldiğine işâret eder!
Taşeron ekmek yediği ülke ile batı arasında kalmış biri değildir. Tercîhini garbdan yana yapmış ve bunu i’lân etmişdir. Âhirete inanmaz. Hodbîndir. Zâten batıya iştiyâkla intisâb etmesinin mühim bir âmili budur. Zîrâ İslâm medeniyyeti çıkarcılık dâhil her türlü menfîliğe tavır alırken batı dünyâsında iki kişilik âiledeki münâsebetler bile menfa’at üzerine kurulmuşdur. Çıkabileceği en üst noktaya gelmek isteyen taşeron, efendisi karşısında alabildiğine alçalmakdan zerrece rahatsızlık duymaz. Lûgatinde küçülmek diye bir mefhûm yokdur. Bu durumdan sâdece nefsi müteessir olur. Ancak onu da başında bulunduğu halka zulmederek teskîn eder. Öte yandan yanaşmalar rahatlatıcı bir unsur olarak her an devrededir. Batılı büyük efendinin sâhibini şamarladığını duyan yanaşma derhâl huzûra çıkar ve yanaklarını tam bir mes’ûliyyet hissiyle taşeronun tokat menziline uzatır…
Yanaşma za’f denizinde yüzdüğünden olsa gerek efendisinin göz hareketlerini ta’kîb etmekden kendini alamaz. Sâhibini kızdırmak korkusu kâbûsu olur. Bütün hayâtı taşeronları memnûn edebilmek üzere sarf edilen gayretlerle geçer. Efendisinin gitdiği yerlere gitmek, ona kadar ulaşıp bağlılığını bildirmek ve eğer mümkinse yapacağı türlü şaklabanlıklarla ona bir kahkaha atdırabilmek sevdâsındadır. Taşeronlar tarafından tahkîr edilen nefsini küçük yanaşmaların üzerine salarak tatmîn olur. Küçükler de her şeyden evvel bir sığıntı oldukları için bu tavrı yadırgamaz ve baş yanaşmaya olan bağlılıklarından aslâ vazgeçmezler. İlimsizlik ve irfânsızlık dehlizinde can çekişen alt kademenin küfür denizinde boğulan üst kademeyi değerlendirebilmesi imkânsızdır. Ağızları açık ve gözlerini kırpmadan eşkıyâ başını dinlerler. Şekli de muhtevâyı da çözemezler. İhâneti fehmedemezler. Fehmeder gibi olabilirler. Lâkin bunu ya kendilerinin yanlış anladığına ya da söyleyenin o kelimelere çok farklı ma’nâlar yüklediğine yorarlar. İşin içinden çıkamazlarsa akıl hocaları imdâda yetişir. O sözlerin hangi şartlarda dile getirildiğini îzâh eder. Kimsenin iknâ olmamak gibi bir lüksü yokdur!
Yanaşmanın taşerondan farkı kelbin köpeği olmasıdır. Sınıf atlayabilir. Bu iki gürûhun yolu îmânsızlık kavşağında birleşmişdir. Batıdaki ana karargâhdan alt birimlere doğru bir emir komuta zinciri varsa da gelen ta’lîmâtların zümreler üzerindeki te’sîri farklıdır. Yanaşma mâl ve makâmın üzerinde duran bir cücedir. Taşeron da öyledir ya. Ayağı kayarsa yerlerde sürüneceğini bilir. Çevresindekilerin alçalıp yükselmesi tedirginliğini katlar. Pis ağzına ve kirli kalemine bakmayın; Yûnus Emre hazretlerinin “Mâl sâhibi mülk sâhibi…” diye başlayan mısrâ’ları iç dünyasını başına yıkar. Karmaşık hâdiseleri düzene koyacak bir imkâna sâhib olmadığından hepsini çiğnemeden yutar. Bilgi seviyesi i’tibâriyle kendisinden aşağıda olanları cehâlet, yukarıda olanları hıyânetle suçlayarak aradan sıyrılır. Mübtezeldir. Nasîbsizlerin başıdır. İlimden, amelden, ihlâsdan bî-behredir. Avenesine laf salatasını ilim, fitneyi amel, burun akıntısını ihlâs diye yutdurur. Kibirlidir. Ehl-i sünnete düşmandır. Giydiği cübbe, takdığı takke görüntüden ibâretdir. Kalbi inkârla doludur. Vatan mefhûmu yokdur. İhâneti ortadadır. Anlamamanın ahmaklıkla bir ilgisi kalmamışdır. Hâinlikle alâkası vardır. Geniş karnıyla pek çok şeyi hazmedebilen işbu yanaşma münevverin haşerât-ı selâseye tepeden bakan tavrını kabûllenemez.
Münevverin nazarında batılı da taşeron da yanaşma da zavallıdır. Sonuncusu aynı zamanda parazitdir. Bununla berâber cümlesine karşı çok uyanık olmak gerekmekdedir; çünki bunların Türk milletine verdiği zarar hayâllerin de ötesindedir. Kalemlerin mürekkebi, defterlerin sahîfesi bu tahrîbâtı anlatmaya yetmez. Kelimeler bu yıkımı ifâdede âciz kalır. Münevverin kendi hesâbına endîşelendiği tek şey âhirete îmânlı gidip gidememe mes’elesidir. Hiçbir dünyevî kaygı onu milleti adına hareket etmekden alıkoyamaz. Cem’iyyetinde tesbît etdiği ufuk daralması ona ıztırâb verir. Fakat tevekkülü eleminin dışa vurulmasına mâni’ olur ve yüzünün mütebessim kalmasını sağlar. O çoğu kere şunları düşünür: Büyük milletler için asıl tehlike zamanın birinde esîr olmak değil, buna alışmakdır. Esâreti bütün zilletiyle yaşarken hür olduğunu düşünmek ise ayrı bir felâketdir. Târihin her döneminde dünyâ çapında devletler kurmamız küçülmemize mâni’ oldu. Büyük düşünenler büyük devletler kurdu. Büyük devletler kuranlar büyük düşünmeye devâm etdi. Anadolu türklerinin ilhânîlere bağlı olduğu yıllarda mısırda bir memlûk sultânlığı vardı ve büyük devletdi. Anadolu da nefes alıp veriyordu. Burada nizâm-ı âlem için cihân hâkimiyyeti fikri dâimâ cânlı tutuluyordu; Osmanlı bu sâyede vücûd bulmuşdu.
Münevverin zaman ve mekân şuûru çok genişdir. Onun idrâki bugünü mâzîye doğru aşmış ve oradaki idealleri bir nümûneler demeti hâlinde seçmiş bulunmakdadır. Hâdiseleri doğru olarak tahlîl edemeyen cem’iyyetler her türlü kandırılışa açıkdır. Taşeronların ve yanaşmaların memleketimizde hâlâ tarafdâr bulabilmesi bu yüzdendir. İdrâk ana kaynakdan beslendiği müddetçe cânlılığını koruyabilir ve zekâ selîm bir akılla mesâfe kat edebilir. Körelmiş bir idrâkin rehberlik etdiği zekâ insanı yalnızca uçuruma götürebilir. Demek ki milletlerin aldatılamaması belli kâidelere bağlıdır: Toplumda köşe başlarını irfân sâhibi kişiler tutacak ve hakîkî mürşidlerin nezâretinde yetişen münevverler doğruları devâmlı sûretde halka telkîn edecek!
Taşeronların mukâvemet unsurlarımızı ortadan kaldırma yolundaki fa’âliyyetleri sathî düşüncenin memleketimizde ürkütücü derecede yayılmasına bâis oldu; bu da kolayca iğfâl edilmeyi berâberinde getirdi. Bugün kelimelerin ifâde etdiği ma’nâyı zâhiren anlıyor ama onları tahlîl etmekden hayli uzak bulunuyoruz. Hâlbuki keskin muhâkemesine zaman ve mekân idrâkindeki genişliği de ilâve eden münevverin kolay kolay bu hatâlara düşmediği görülmekdedir. Münevver herkesin hakkını teslîm eden bir yapıdadır. Ona göre belli dönemlerde muayyen ta’bîrlerin klasikleşmesi gerçeğin dile getirilmesi şeklinde ortaya çıkmakdadır. “Donanma-yı zafer-makrûn”la “donanma-yı hezîmet-şiar”daki gibi. “Hâkânü’l-berreyn ve’l-bahreyn”, “sultân-ı selâtin-i cihân” yalnız ve ancak hakîkatin ifâdesidir. “Sen ki françe vilâyetinin kralı Françeskosun” kezâ! Akıl hastası veyâ hâinin kötüleri âbideleşdirmesini anlamak da kolaydır.