Milli Takımımız'ın, Fatih Terim'in Piontek'in yardımcılığını yaptığı süreçte, büyük bir çoğunluğunu ümitler seviyesinde bir araya getirip büyüttüğü kuşakla, o günden bu yana ciddi, uluslararası sansasyonel başarılara imza atmaktadır. Bunların başında da, 1996 Avrupa Futbol Şampiyonası finalleri, bir sonraki Avrupa Futbol Şampiyonası finallerinde, yani 2000'de ikinci tura geçmek ve son 2003 Dünya Kupası'nda dünya üçüncülüğünü kazanmak gelmektedir. Bu 7 yıllık süreçteki kimsenin ummadığı başarının asıl sırrı takımlar bazında yatmaktadır ki, bu da G.Saray takımının Avrupa arenasında fırtına gibi esişidir. Çünkü G.Saray takımı, Fatih Terim'in 1996 yazında göreve gelmesiyle birlikte, çağdaş oyun sisteminin arayışları içine girmiş, bunu da 1.5 yıl aradan sonra sahnelemeye başlayarak Türkiye'de insanların rüyasında bile göremeyeceği UEFA Kupası'nı kazandırmıştır. Bu kupayı kazananların büyük bir çağunluğu da Milli Takım'ın iskeletini oluşturmuşlardır. Bir farkla ki, bu fark bize 2000 Avrupa Futbol Şampiyonası'nı kazanmak veya en azından finalini oynatmaktan etmiştir; o da dönemin teknik direktörü Mustafa Denizli'nin bu potansiyel yerine ağırlıklı olarak başka oyuncuları tercih etmesidir. Türk futbolunun son yıllarda büyük bir aşama yaptığı görüşü, iddiası, ya da ortadaki sonuçlar aslında bu potansiyelin sağladığı başarılardan başkaca bir kaynak taşımamaktadır. Yani bana göre, ülke futbolu sadece G.Saray'ın o efsanevi takımı ve onun Milli Takım'a yansıması ile dünya futbolunda kendinden bahsettirebilmiştir. F.Bahçe kalecisi Rüştü, bugün Aston Villalı olan Alpay takviyeli bir G.Saray kadrosudur futbolun sevdalısını, hatta hatta otoritesini yukarıdaki görüşlere yaklaştıran... Fatih, Bülent, Hakan Ünsal, Tugay, Ümit Davala, Okan, Emre, Suat, Hakan Şükür, Arif, Ergün, son dönemlerde Hasan Şaş, Ahmet Yıldırım, hatta Emre Aşık da kısa süreçteki patlamanın ateşleyicileridir. Gerçi o müthiş takımın uluslararası ünlü yıldızları Hagi, Popescu, Taffarel Milli Takımımız'da oynayamamışlar ama yukarıda sıraladığım çocuklar büyük işler başarmışlardır. Milli Takım'ın ve halen görevde olan son hocası Şenol Güneş de, bu potansiyeli korumaya gayret etmiş, içine sadece ümit takımından Yıldıray'ı katmıştır. İşte, ben bir futbol adamı ve yazar olarak, o günlerde Şenol Güneş'e bu akılcılığı sebebiyle, belki de medyada tek destek veren kişi olarak kalmışımdır. Aynı akılcılığı, yukarıda da değindiğim gibi Mustafa Denizli gösteremediği için Avrupa Şampiyonluğu kaçırılmıştır. Bugün ise durum çok farlıdır. Bakıyorum, Slovakya maçı için o müthiş potansiyelden kadroya çağrılanlar arasında eski - yeni G.Saraylı veya başka takımlı hâlâ sürekli oynayabilen Bülent, Ergün, yarım yamalak Hakan Ünsal, Emre Belözoğlu, Tugay ve sapır sapır dökülen Fatih Akyel kalmıştır. Yani erozyon başlamıştır. Kadronun takviyelerinden Alpay takımında oynatılmamakta, Rüştü sakatlıktan kurtulamamaktadır. Okan yedekte kalmakta, Hakan Şükür takım bulamamakta, Hasan ve Ümit Davala da aforoza uğramışlardır. Evet ülke futbolunda büyük patlamadan söz edenler, Slovakya maçı için açıklanan kadronun iyi bir sonuç elde edebileceğini sanmakta mıdırlar? Keşke ben de sanabilseydim... Burada Şenol Güneş'e kabahat bulmak sadece vicdansızlık olacaktır. Üretim düşmüş, asıl önemlisi de çağdaş sistem ümitler seviyesine girememiştir. Bu kaosun, dereceye aldırılmaksızın ümitler seviyesinde giderilmesi ilk şarttır. Milli Takımlar'ın, sadece bizde değil, bütün dünyada kuşak meselesi ve onun iyi kullanımı olduğu gerçeği, kulüp takımlarında da kendini gösteren vazgeçilmez futbol olgusudur. Bugün Beşiktaş ülkede bu normlara uyan tek takım olarak ayakta durmaktadır. Ama bizim ümit takımın sistemi ile... Yani kaos bildiğiniz gibi değildir. Böyle bir can sıkıcı yazıyı milli maçlar arefesinde yazmak istemezdim. Ama yazmanın da gereğini duydum.