İslam büyüklerinin güzel ahlâklarından biri de, kendilerinden ilim ve marifet öğrenenlerin ihlâslı olmalarını arzu etmeleriydi. Öğrendiklerini sadece Allah rızası için öğrenmelerini isterlerdi. Birtakım alâmet ve emârelerle ihlâssız olduğunu anladıkları bir talebeyi, okutmaya yine devam ederlerdi. Fakat, onun niyetini düzeltmesi için Allah'a duâ ve niyazda bulunurlardı. Bu suretle hem kendileri sevab kazanır, hem de hakkında duacı oldukları öğrenci. Dine hizmet olsun diye, ona ilim öğretmeyi bırakmazlardı. Çünkü ilmin iki şey için öğrenildiğini yani, onunla amel etmek ve de dine hizmet için olduğunu bilirlerdi. İlim tahsil eden kişi bunların her ikisini de tahakkuk ettirirse sevabı tam olur. Yalnız birini tahakkuk ettirirse noksan olur. Fakat her iki halde de ecir ve sevab kazanır. Aliyyül-Havvâs buyurdu ki: "Hiçbir ilim sahibi yoktur ki onunla amel etmemiş olsun. İsterse onun ameli sadece kendisi için olsun. İlim sahibi bir günah işlediği zaman muhakkak nâdim ve tövbekâr olur. Eğer o, bunun bir günah olduğunu bilmemiş olsaydı, nâdim ve tövbekâr olmayacaktı; belki günahı ile iftihar edecekti. Demek ki hidayet bulması ilmi sebebiyle olmuştur. Bu itibarla o, bilgisiyle amel etmiş olur. Her ne kadar o, 'İlmi ile âmil' teriminin kullanışı bakımından 'İlmi ile âmil' sayılmasa da. Öyleyse ilim, herhalde faydalıdır. Ve her asırda, her insanın bilgisi, amelini artırmasına vesile olacaktır." Tabii ki, ilmi ile âmil olmanın fazileti, üstünlüğü başkadır. Bunun için emr-i maruf ve nehy-i münker yapan, tavsiye ettiği iyi şeyleri kendi yapmalı, kötü olarak bildirdiği şeyleri kendisi işlememelidir! İşlerse sözü tesirli olmaz. O halde emr-i maruf yapan, ilmi ile âmil olmalıdır. Hadis-i şerifte, "İsrâ gecesinde, (Miraca çıktığım gece) ateşten makaslarla, dudakları kesilen insanlar gördüm. Kim olduklarını sordum. Onlar da, "İyiliği emreder, kendimiz yapmazdık. Kötülükten nehyeder; fakat kendimiz sakınmazdık" diye cevap verdiler" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr