Yüzelli senelik Batılılaşma gayretleri, netice vermeye başladı! Artık Batılı gibi düşünmeye, Batılı gibi yaşamaya başladık. Hayata kapitalist yaklaşımla, bencilliğin ön planda olduğu bir gözlükle bakmaya alıştık. Örf ve âdetlerimizi, İslâm ahlâkını bir tarafa bıraktığımız için "Altta kalanın canı çıksın" mantığı iyice yerleşti. O hale geldik ki, alt kattaki komşusu aç mı, susuz mu, hastası mı var, cenazesi mi var, üst kattakinin haberi yok. Aşağıda olup bitenlerden ancak ambulans veya cenaze arabası geldiği zaman haberi oluyor. Kimisinin midesi açlıktan çatlıyor, kimisinin midesi de tokluktan patlıyor. Halbuki, asırlardır toplumumuza huzur veren örf, âdetlerimiz ve İslam ahlakına göre, Müslümanlar bir bedenin organları gibidir. Birinde bir sıkıntı varsa diğerleri de bunun ıstırabını hisseder. Hep beraber ağlanıp, hep beraber gülünür Bunun için herhangi bir felakette, sıkıntıda paylaşma vardır. Örneğin, ya herkes açtır ya da herkes toktur. Hiçbir zaman yarısı tok yarısı aç olmamıştır. Eğer bir Müslüman sıkıntıya düşmüş ise yiyecek bir şeyi yoksa çekinmeden bir Müslüman kardeşinin kapısını çalabilmiştir. Bunun İslam tarihi boyunca sayısız misalleri vardır. Herşeyleri ile bizlere en güzel örnek olan Peygamberimizden ve Eshabından bununla ilgili bir olayı nakletmek istiyorum: Sıkıntılı günlerin birinde, Peygamber efendimiz bir gece eve vardıklarında, "Yâ Âişe! Yemeğin var mıdır? diye sordu. Aişe validemiz "yok" cevabını verdi. Biraz sonra, Hz. Ebu Bekir kapıyı çaldı. Peygamber efendimiz sordu: "Yâ Ebâ Bekir! Bu vakitte gelmenizin sebebi nedir?" "Yâ Resûlallah! Üç gündür birşey yemedim. Çok acıktım. Mübârek yüzünüzü görerek açlığımı unutmak için geldim." Bu konuşma sırasında tekrar kapı çalındı, baktıklarında Hz. Ömer ile Hz. Ali'nin gelmiş olduğunu gördüler. Peygamber efendimiz bunlara da aynı soruyu sordu. "Yâ Habîballah, üç gündür yemek yemedik. Çok acıktık. Mübârek cemâlinizi görüp açlığımızı unutmak istedik." dediler. Hz. Ali ayrıca: "Yâ Resûlallah! Hazret-i Fâtıma ile Hasan ve Hüseyin de üç gündür açlar" dedi. Peygamber efendimiz: "Üç gündür ben de birşey yemedim. Karnım açtır" buyurdu. Sonra hazret-i Ali dedi ki: "Yâ Resûlallah! Dün yoldan geçerken Mu'âz bin Cebel'in avlusundaki hurma ağacında, hurmalar gördüm." Bunun üzerine Peygamber efendimiz: "Kalkınız, Mu'âz'ın evine gidelim. Bizi hurma ile misâfir etsin" buyurdu. Resûlullah efendimiz ve üç büyük Eshâbı, hazret-i Mu'âz'ın kapısına vardılar. Hazret-i Ebû Bekir: "Yâ Mu'âz devlet kuşu başına kondu. Allahın Resûlü evine teşrif etti" diye seslendi. Fakat, evde bu sesi kimse duymadı. Yalnız Mu'âz hazretlerinin küçük kızı duymuştu. Annesine, hazret-i Ebû Bekir'in kapıya geldiğini söyledi. Annesi: "Kızım bu vakitte hazret-i Ebû Bekir'in kapımızda işi ne?" dedi. Tekrar yattılar. Sonra hazret-i Ömer seslendi arkasından hazret-i Ali ve son olarak da Peygamber efendimiz: "Yâ Mu'âz!" diye seslenince kızcağız babasına gidip: "Babacığım, ne duruyorsun, başımıza devlet kuşu kondu. Allahü teâlânın Resûlü ve üç Eshâbı kapıya gelmişler, seni çağırıyorlar." Mu'âz hazretleri hemen kapıya koştu. Misâfirlerini içeri aldı. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Yâ Mu'âz! Üç gündür ben ve Eshâbım hiç yemek yememişiz. Dün Ali yoldan geçerken sizin avludaki hurma ağacında hurmalar görmüş. Geldik ki bizi hurma ile misâfir edesin!" Hazret-i Muaz, misafirlerle ilgilenirken, Hazret-i Ali bahçeye gidip sepeti doldurup getirdi. Herkes yediği hâlde hurmalardan hiç eksilme olmadı. İşte bu anlayışla, bu yaşayışla müslümanlar kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı. Ne zaman ki, bunda gevşeklik başladı, bugünkü perişan hale düştü.