Malezya Başbakanı, "Büyük bir felaket yaşadık, fakat el uzatan, yardım eden İslam ülkesi sayısı çok az" diye üzüntüsünü bildirdi, geçmiş olsun ziyaretinde bulunan Başbakanımız Sayın Erdoğan'a. Nasıl üzülmesin, Güney Asya felaketinden sonra, anne babası öldüğü için ortada kalan üç bin Müslüman çocuğuna Müslümanlar değil Hıristiyan misyonerler sahip çıktı! Bu sahipsiz çocukları korumaları altına aldılar. Bu çocukları himayeleri altında almaktaki maksatları belli; Hıristiyan olarak yetiştirmek. Zaten bunu saklamıyorlar da açıkca söylüyorlar. Bu haberden sonra ülkemizdeki, hali vakti yerinde: yazlığı kışlığı olan villalarda yaşayan zengin Müslümanlardan da hiçbir ses çıkmadı. Tabiri caiz ise kılları bile kıpırdamadı. Duyarsızlığın nemelazımcılığın bu kadarına da pes doğrusu. Diyeceksiniz ki, zenginlerimiz öyle bir rehavet içindeler ki, bırak dünyanın bir ucundaki çocukları, burunlarının dibindeki çocukları ve muhtaçları bile görmüyorlar. Birçok Müslüman genç, öğrenimlerini devam ettirebilmek için dış kaynaklı kuruluşlardan burs alarak onların tuzağına düşüyorlar zenginlerimizin ruhu bile duymuyor. Bir gün duyarlar, fakat iş işten çoktan geçmiş olur. Şairin dediği gibi; "Mala mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi?/ Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi..." Çünkü, dini inancımıza göre, Allahü teâlâ Müslüman bir kuluna dünyalık bir nimet vermişse, keyif sürüp yan gelip yatması, gururlanması için değil, şükrünü yapması yani bu nimetleri Allah yolunda harcaması, Müslüman kardeşleri ile paylaşması, sıkıntıda olan kimselerin yardımına koşması içindir. Cenab-ı Hakkın verdiği nimetin şükrü ancak böyle yapılır. Bunun için herkes, içinde bulunduğu nimetin kıymetini bilmelidir. Nimetin kıymeti bilinirse, artar, bilinmezse elden gider. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, bir kimseye nimet verir ve insanların ihtiyaçlarını ona düşürür de, o da onların ihtiyaçlarını gidermezse, nimeti yok olmaya mahkumdur." Elden gittiği, yok olduğu gibi bir de bunun azabına düçar olur. Nitekim Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde "Şükrederseniz, nimetlerimi artırırım. Nankörlük ederseniz, azabım çok şiddetlidir" buyuruyor. (İbrahim 7) Başka bir ayet-i kerimede de mealen, "Dünyâ malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey, yanınızda kalmayacak, sizden ayrılacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle beraber kalacaktır." (Nahl 96) buyurulmaktadır. Tarih boyunca ne zaman ki, Müslümanlar zahidliği bırakıp dünyaya düşkün olmuşlar; rahatlarına, keyiflerine düşkün hale gelmişler; arkasından sıkıntılar ve zilletler gelmiş. Diğer milletlerin oyuncağı hale gelmişler. Seksenli yıllara kadar genelde Müslümanlar garip veya orta halli idiler. Bunun için sıradan Müslümanlar arasında, cemaatler arasında yardımlaşma dayanışma çok fazlaydı. Gösteriş merakı yoktu. Herkes, varını yoğunu Allah yolunda harcıyordu. Kardeşlik duyguları çok yüksekti. Yapılan her işte, ihlas yani Allah rızası öndeydi. Fakat seksenli yıllardan sonraki zenginlikler bize pek yaramadı. Para hepimizi değiştirdi. Bencillik ön plâna çıktı. Bu da birlik beraberliği ve dayanışmayı zafiyete uğrattı. Zenginlik de fakirlik de bir imtihandır. Fakat zenginliğin imtihanı daha zordur. Çünkü, zenginlik, Cenab-ı Hakkın razı olduğu yolda kullanıldığında insan için dünya ve ahiret için büyük bir saadet olduğu gibi, faydalı yolda kullanılmadığında da bir o kadar tehlikedir. Zenginliği faydalı yolda kullanmak kolay değildir. Zenginlik çoğu kimsenin felaketine sebep olmuştur. Bunun için Peygamber efendimiz, "Ya Rabbi, azdıran fakirlik ve azdıran zenginlikten sana sığınırım"buyurarak bizim de böyle dua etmemize işaret buyurmuşlardır.