Başlığı okuyunca, bir seyahat firmasının reklamını yapacağım düşüncesine kapılmayın. Bu sözler, meşhur seyyahımız Evliya Çelebi'nin sözleridir. Çünkü, seyahatnamesinde, Belgrad'dan Bağdat'a gitmek üzere yola çıkan fakir bir kimsenin, yeme-içme dahil beş kuruş harcamadan, huzur içinde yolculuk yapabildiğini yazmaktadır. Peki bu nasıl oluyor, insanları bu kadar fedakarlığa sevkeden nedir? İşte bunun sırrı Peygamber efendimizin şu mübarek sözünde: "Bir kimse ölünce ameli kesilir, amel defteri kapanır. Yalnız şu üç kimsenin amel defteri kapanmaz: Sadaka-i câriyesi, ilmî bir eseri, kendisine arkasından duâ eden hayırlı bir evladı olan!" Resulullahın, birer "sadaka-i câriye" olan, yani devamlı sevap getiren vakıf sahiplerinin amel defterlerinin kapanmayıp, daima sevap yazılacağını, hayır sahibi Müslümanların mezarlarında kemikleri çürümüş olsa bile, vakıflarından istifade edildiği müddetçe bu sevaptan hissedar olacaklarını haber vermesi üzerine; Osmanlı zenginleri, fakirlerin karınlarını doyuracakları aşhaneler, talebelerin barınacakları yurtlar, medreseler, hatta yolcuların istirahat edebilecekleri kervansaraylar inşa ettirerek, bunları millet hayrına vakfetmişlerdir. Vakıflar en büyük gelişmeyi Osmanlılar zamanında gösterdi. "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" hadis-i şerifini rehber edinen Osmanlılar, her sahada olduğu gibi, bu sahada da muazzam eserler bıraktılar. Vakıf eserleriyle ülkeyi bir baştan bir başa ağ gibi ördüler. Bu vakıflar, fakir tabakanın imdadına yetişmiş, maddî imkanları zayıf olanların, bu vakıflardan ihtiyaçlarını bedavadan temin etmeleri sebebiyle, cemiyette sınıflaşma ve dolayısıyla sınıf mücadelesi meydana gelmemiş; aksine zenginden fakire merhamet, fakirden zengine de hürmet hissi kuvvetlenmiştir. Bu da huzurlu bir toplumun oluşmasına sebep olmuştur. Evliya Çelebi, Osmanlılar zamanındaki bu vakıflardan bahsederken, yolcuların dağ başında misafir olup, bedavadan yiyip içtikten sonra, sabah kalkıp yine yollarına devam ettikleri şöyle anlatır: Bu vakıf kervansarayların kapıları akşama kadar açık durur, ortalık karardıktan sonra kapılar kapanır, vakıf sahibinin vazifelendirdiği kapıcılar, kapının arkasında yatarlardı. Gece bir yolcu geldiğinde, kapıları açıp kim olduğuna bakılmadan yolcuyu içeri alırlar; vakıftan, hayvan sahibinin hayvanına yem, kendilerine de yemek çıkarırlardı. Fakat gece içeri gireni bir daha dışarı bırakmazlardı. Sabah olduğu zaman dualarla kapılar açılır, yolcular hazırlanırdı. Bu sırada kervansarayın misafirleri arasında dolaşan bir görevli bağırırdı: "Ey Ümmet-i Muhammed! Maldan, candan, elbiseden eksiği olanlar var mı?" Bu soruya, kervansarayda misafir olan yolcular; "Hiçbir eksiğimiz yoktur. Her şeyimiz tamamdır. Allah vakıf sahibinin hayrını kabul etsin. Hayatta ise kendisine selamet, vefat etmişse rahmet eylesin" derler, kapılar açılır görevliler, "Öyleyse, Allah, giden ümmet-i Muhammed'e selametler, kalanlara ise rahatlıklar versin" derlerdi. Daha sonra kapıdan yolcuları uğurlayan kervansaray bekçileri, "Ey din kardeşlerimiz! Yolunuzda durmayın, sizi namazınızdan alıkoyanlarla arkadaşlık etmeyin! Her yüzünüze güleni dost sanıp da, ibadetinizden kalmayın! Haydin Hak yardımcınız olsun, güle güle uğurla gidin" derlerdi. Evet, "Güneş girmeyen eve doktor girer" diye bir atasözümüz vardır. Bunu, "Gerçek adaletin, merhametin girmediği yere zulüm girer" şeklinde ifade edebiliriz. İşte Osmanlı bu rahatlıkla, bu adaletle altı asır ayakta kalabildi. Nerede adalet ve merhamet varsa orada huzur da var demektir.