Haftalardır, Bağdat'ın yakılıp yıkılmasını, mübarek mekanların tahrip edilmesini içimiz kan ağlayarak seyrediyoruz. Bu yetmiyormuş gibi son günlerde bir de şehrin yağmalanmasına, hem de bunun yerli halk tarafından yapılmasına, bu çapulcuların nezdinde Müslümanların bütün dünyada aşağılanmasına şahit olduk. Kendi devletinin, kendi milletinin malını böyle vahşice yağmalayan millet tarihte az bulunur herhalde. Bir devlet, bir millet zulme uğruyorsa, suçu sadece dışarıda değil, biraz da içeride aramak lazımdır. Bir devletin, halkı bozulmuşsa; bozuk inanç, fuhuş yayılmışsa, bunun sonucunda idareciler de bozuk olur. Çünkü, Peygamber efendimiz, "Bir millet neye layık ise onunla idare olunur" buyurmuştur. Zulmü yapan devletin de, buna yardımcı olan, seyirci kalan halkın da bu yaptıkları yanına kalmaz. Birileri gelir hadlerini bildirir! Bağdat'ın başına gelen bu durum ilk değildir. Geçmişte de Bağdat aynı sebepler yüzünden defalarca istila olayı yaşamıştır. Tarih tekerrürden ibarettir. İbret alınmadığı için de tekrarlanıp duruyor. Geçmişte yaşananlar bugünküne o kadar benziyor ki, neredeyse birebir aynı. Sadece isimler farklı. Geçmişte en büyük yıkımı Moğol istilasında yaşamış Bağdat. Hükümdar Mütasım sünnî, fakat, saf ve dünyaya düşkün biri idi. Varlığı ile yokluğu birdi. Bundan dolayı her işi veziri İbni Alkamî'ye bırakmıştı. İbni Alkamî düzgün inançlı, iyi bir insan, iyi bir idareci değildi. Bunun için devlet kadrolarına, kendisi gibi kimseleri getirdi. Adaletten uzaklaşıldı, zulüm ve haksızlık yaygınlaştı. Sapık inançlı idareciler el altından devletin altını oymaya başladı. Devlet adamları böyle iken, sanki halk bunlardan farklı mı idi. Hayır. Halk da zevk ve safaya dalmıştı, fuhuş diz boyu idi. Her türlü bozuk inanç bütün ülkeyi sarmıştı. Devletin sahibi olan Ehli sünnet inancı azınlığa düşmüştü. Her tarafta bozuk inançlı kimseler söz sahibiydi. İbni Alkamî, Şii olduğu için, fırsattan istifade edip, mevcut devleti yıkıp yerine bir Şii devleti kurma gayretine girdi. Bunun için, Hülagü'nün Bağdat'ı istila etmesini el altından teşvik etti. Bu arada yüzbin olan talimli asker sayısı da yirmi bine indirilerek, şehrin kolay düşmesi için imkan sağlandı. Diğer taraftan din adamları da bozulmuştu. Farz olan emri maruf unutulmuş, herkes dünyaya dalmıştı. Din adamları, insanın dünya ve ahıretine yaramayacak meseleleri günlerce tartışıyordu. Fakat gaflet içinde olduklarından dinin imanın elden gittiğinden, bozuk inançların çığ gibi büyüdüğünden haberleri yoktu. Bütün bunlar umumi bir belanın habercisiydi. Zamanın meşhur bir âlimine sorarlar: Moğollar buraya niçin geldiler? O şöyle cevap verir: "Onları buraya biz getirdik. Bizim amellerimiz getirdi. Nimetlerin kıymetini bilemedik: Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük, zevke sefaya daldık. Cenab-ı Hak da verdiği bu nimeti almak üzere bunları gönderdi." Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya ihlas ile itaat ve ibâdet etmekten, her kötülük ve sıkıntı da, günah işlemekten hasıl olur. Herkese dert ve belâ, günah yolundan, rahat ve huzur da, itaat yolundan gelir. Allahü teâlânın adeti böyledir. Cenab-ı Hak, hiç kimseye, sebepsiz belâ göndermez. Bu husus Kur'an-ı kerimde şöyle bildiriliyor: "Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hallerini değiştirmez." (Rad 11) "Size gelen musibet, işlediğiniz (günahlar) yüzündendir." (Şura 30) Netice olarak başa gelen herşeye sebep, insanın kendisidir. Kimse başka suçlu aramasın. Kur'an-ı kerimde, "Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez, onları azaba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleridir. Böylece kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar." (Nahl 34) buyurulmaktadır. Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdası, herkesin çektiği kendi cezası!