Sa'dî Şîrâzî hazretlerinden kıssalar: Yoksul bir kimsenin hanımı, bir çocuğunun olmasını çok arzû ediyordu. Gece gündüz yalvararak dedi ki: "Eğer şânı yüce Allah bana bir oğul verirse, giydiğim şu hırkadan başka neyim varsa dervişlere dağıtayım." Allahü teâlâ duâsını kabûl etti. Günü geldi bir erkek çocuğu oldu. Fakîr şenlik etti. Adadığı gibi, dostlarına sofra kurdu. Sevincine diyecek yoktu. Yıllardan sonra Şam seferinden dönüyordum. O kimsenin mahallesinden geçtim. Durumlarını sordum. Dediler ki: - O fakîr kimse şimdi zindanda hapis. - Sebep ne? - Oğlu şarap içmiş, kavga etmiş, birinin kanına girmiş, şehirden kaçmış. Ayırmak için kavgada babası da olduğundan yakalayıp hapse attılar. Dedim ki: - Bu belâyı Allahtan yalvara yalvara istemişti. Ey anlayışlı kimse, kadınların yılan doğurmaları, hayırsız evlât doğurmalarından daha iyidir. Bunun için bir şey isterken mutlaka hayırlısını istemelidir. MECNUNUN GÖZÜ İLE Hükümdarlardan birine Leylâ ile Mecnûn'un hikâyesini anlattılar. "Bunca fazîletine, belâgatine rağmen çöllere dalmış, irâdesinin dizginini elinden kaptırmış!.." diye Mecnûn'un perişanlığını sayıp döktüler. Hükümdar, Mecnûn'u huzûruna getirtti: - İnsanlık şerefinde ne kusûr gördün de hayvan tabiatına girip insanca yaşamayı terk ettin, diye, onu kınamaya başladı. Mecnûn inledi, cevap verdi: - Nice gerçek dostlarım, Leylâ'yı sevdim diye beni kınadılar. Ama onu bir gün görmüş olsalar, bana hak verirlerdi. Hükümdarın gönlüne Leylâ'yı görme arzûsu geldi. Bunca fitneye sebep olan güzelliği bilmek istiyordu. Kızı bulmalarını emretti. Adamları, dolaştılar. Leylâ'yı ele geçirdiler. Saraya getirip hükümdarın karşısında durdurdular. Padişah onun şekline baktı: Kara yağız, zayıf endamlı bir kızdı. Leylâ, gözüne hakîr göründü. Kayda değer bir güzelliği yoktu. Mecnûn, hükümdarın gönlünden geçenleri kavradı: - Padişahım dedi, Leylâ'ya Mecnûn'un gözü ile bakmalısın ki ancak o zaman eşsiz güzelliğini fark edersin. *** Yalın ayak, başı açık bir yaya, Hicâz kervanına katıldı, bizim yoldaşımız oldu. Salınarak gidiyor ve diyordu ki: - Ne bir deveye binmişim, ne katır gibi yük altındayım; ne halkın efendisiyim, ne de pâdişâhın kölesiyim. Varlığın gamını, yokluğun perişanlığını çekmiyorum. Rahat nefes alıyor, ömrümü böyle tamamlıyorum. Deve üstünde giden biri ona dedi ki: - Derviş, nereye gidiyorsun? Geri dön, sefâletten ölürsün! Derviş dinlemedi, çöle dalıp yürüdü. Hicâz'a yaklaştığımız bir yerde konakladık. Deveyle giden zengin, eceli yeterek öldü. Derviş onun baş ucuna geldi: - Meşakkat içindeyken biz ölmedik de devenin üstünde sen öldün! dedi. Biri bütün gece hastanın başında ağladı. Sabah olunca o öldü, hasta ayağa kalktı. Nice yürük atlar yollarda kalmışken, topal eşek sağ sâlim konağa ulaştı. *** Birisi bir âbide (çok ibâdet edene) dedi ki: - Filân âbid hakkında sen ne dersin? Başkaları onun aleyhine konuşuyorlar. Âbid cevap verdi: - Dışında ayıp görmüyorum. İçine gelince, gaybı bilmiyorum. Kimi âbid kılığında görürsen yine âbid bil, iyi insan diye kabûl et! Onun hilkatinde olanı bilmesen ne çıkar? *** Bir adamcağızın gözü ağrıdı. Bir baytara (veterinere) gitti, ilâç istedi. Baytar, hayvanlara sürdüğü ilâçtan onun gözüne de sürdü. Adam kör oldu. Dâvâyı hakime arz ettiler. O da: - Baytarın hiç de kabahatİ yok, tazminat ödemesi gerekmez, dedi. Çünkü bu adam aklı başında biri olsaydı baytara gitmezdi. Akıllı kimse, önemli işleri rastgele kimselere vermez. Hasır dokuyucu da dokuyucudur, ama onu ipek tezgâhının başına oturtmazlar. UYUMASI DAHA HAYIRLI Zâlim hükümdarlardan biri, bir âbide sordu: - İbâdetlerden hangisi üstündür? Bana nasıl bir ibâdet tavsiye edersin? Âbid cevap verdi: - Sana uyku tavsiye ederim. Ta ki, o bir nefeslik süre içinde halkı incitmeyesin! Halk rahat etsin. Senin uyuman, uyanıklığından iyidir. Uykusu uyanıklığından hayırlı olana yazıklar olsun!