Birçok şey gibi cenaze merasimleri de değişti günümüzde. Eskiden cenaze merasimlerinde bir ağırlık ciddiyet vardı. Cenaze sahipleri gözyaşlarını daha çok içlerine dökerlerdi. Allaha tam bir tevekkül vardı, "Allah verdi Allah aldı, veren de O, alan da o" diyerek sabır gösterilirdi. Şimdi ise bağırmalar çağırmalar, kendini yerlere atmalar, "bizleri bırakıp nereye gidiyorsun" türü serzenişler... Sanki kendisi bırakıp gidiyor! Bunlar hep Allaha isyandır! Her meselede olduğu gibi, bu ölüm acısında da nasıl davranmamız gerektiğini Resûlullah efendimiz bildirdi. Buyurdu ki; "Bir kimseye bir musîbet yetiştiğinde, eğer ağlayıp yakasını yırtsa, o kimsenin dîni parça parça olur. Eğer yüzünü yırtsa, Allah da, ona kendi cemâlini görmeyi harâm eder. Eğer vaveylâ koparıp figân eylerse, Allah onun duâsını kabûl etmez. Eğer ölü üzerine ağlayıcı getirse; Allah üzerine, o kişiyi, o ölüyü ve ağlayıcıyı bir araya toplayıp hepsini Cehenneme atmak vacip olur." Dâvüd aleyhisselâm eshâbı arasında otururken biraz uyuklayıp gözünü açtı ve güldü. Dediler ki: "Ey Allahın resûlü, ne sebepten güldün?" Dâvüd aleyhisselâm, onlara cevap olarak dedi ki: "Cennette çocukların birbirine elma atarak eğlenip oynadıklarını gördüm. Yalnız bunlardan birisi vardı ki, bir kenarda üzgün üzgün duruyor, onların oyununa katılmıyordu. Ben onlara: "Bu çocuk niçin sizinle oynamıyor, böyle yaslı yaslı oturuyor? Hâlbuki Cennet sevinç ve saâdet evidir, gam ve gussa yeri değidir, dedim." Bunun üzerine bana şöyle cevap verdiler: "Bunun arkasından dökülen gözyaşı vardır. Bağırıp çağırma vardır. Onun için bu âlemde gülmez." Ölünün arkasından sabırsızlık ederek bağıra çağıra ağlayan bir kimse üç türlü kötülüğe sebep olur: 1- Sabır sevâbından mahrûm kalır. 2- Günâha girmiş olur. 3- Ölüsünü sıkıntıya sokmuş olur. Ancak bağırıp çağırmadan sessizce ağlamak bir zarar vermez. Çünkü bu şekilde ağlamak, kişinin ihtiyarında olmayan ve yemek, uyumak gibi insanın tabiatından gelen bir şeydir. Bunun için böyle ağlamak günâh değildir. Hattâ Resûl aleyhisselâm, oğlu hazret-i İbrâhim dünyadan göçtüğü zaman elinde olmadan sessizce ağladı. Bunun üzerine; "Siz de mi ağlıyorsunuz, yâ Resûlallah? Hâlbuki sen bizi, ağlamaktan nehyederdin" diye suâl edenlere "Bilmez misiniz ki, Allah, gözüyaşlı ve gönlü üzüntülü hiç kimseye azâb etmez. Ancak şu sebeple azâb eder" diyerek mübârek dillerini işâret ettiler. Ya'nî azâba müstehak olmak, diliyle "Ah, vah" gibi nidâlar çıkararak ve yüksek sesle bağıra çağıra söylenerek ağlamaktır. Aynı zamanda ölünün arkasından meziyetlerini sayıp dökmek, şiir okur gibi ağlamaktır. Ağıt yakmaktır. Fatıma binti Ahmed, şöyle anlatır: "Onbeş yaşında yiğit oğlum öldüğü zaman sabredemedim, yüksek sesle çok ağladım. Her zaman böyle bir genç öldüğünde kendimi tutamaz, ağlardım. Bir sene sonra rüyâmda, daha önce ölmüş olan oğlumu gördüm. Yüzünde türlü türlü kabarcıklar hâlinde çıbanlar vardı. Ona dedim ki: "Ey canım oğlum, bu yüzündeki çirkin hastalık nedir?" Oğlum cevap olarak dedi ki: "Ey anacığım, işte senin gözünün yaşı beni böyle eyledi." Uyandığım zaman hemen tövbe ettim... Ondan sonra her zaman umardım ki, oğlumu bir daha görüp de hâlini sorayım. Nihâyet bir gece yine rü'yâmda gördüm. Evvelki hâli tamamen gitmişti. Sevine sevine bana duâlar etti ve dedi ki: "Ey ana! Allah seni kabir azâbından halâs etsin ki, ağlamayı terk etmek suretiyle beni kabir azâbından kurtarmış oldun. Ey ana! Benim için duâ et ve sadaka ver. Çünkü biz kabir ehli, sizin duânıza muhtâcız..."