Geçen hafta, televizyonlarda, gazetelerde tartışma konusu yapılan bir haber vardı: New York'ta bir kilisede ilahiyatçı bayan bir profesör, kadın erkek karışık cematin önüne geçip cuma namazı kıldırıyor. Sözde namaza başı, kolu açık kadınlar da katılıyor. Namaz sonrası yapılan açıklamada, "Bu olay, kadınlara yönelik eşitsizliğe dikkati çekmek için düzenlendi. İslam içerisinde haklarımız için duruyoruz. Artık daha fazla arka kapıları ve gölgelikleri kabul etmeyeceğiz" deniliyor. Geçen cuma akşama kadar, televizyonlarda bu rezaletin tartışması yapıldı. Onlar konuşur da bizim ilahiyatçılarımız konuşmaz mı, onlar da ahkam kestiler. Kimisi olur diyor, kimisi olmaz diyor; niçin olurdu niçin olmazdı konularının tartışıldığı bu olayda medyamıza epey renkli malzeme çıktı! Bu tartışmaları takip ederken meşhur misyoner ve iş adamı, Al Dobra'nın şu sözünü hatırladım. "Hedefimiz bir Müslümanı doğrudan dininden dördürmek değildir. Önce bir fitne tohumu ekeceğiz o çürüyecek, bir daha ekeceğiz o da çürüyecek, üçüncüsü çatlayıp filiz verecek. Bu filiz büyüyecek ve Müslümanlar dinlerini sorgulayacak hale gelecek. Bunu yaptığımız an, vazife yapılmış olacak..." Evet, bu duruma geldikten sonra bir şey yapmalarına gerek yok, Müslümanların kendi kendilerine verdikleri zarar yeter de artar bile. Al Dobra'nın bu sözü, her Müslümanın bilmesi ve çocuklarına öğretmesi gereken önemli bir tespit. Bugün bu hedefe varılmıştır. Misyonerler büyük bir başarı kazanmış olup, Müslümanları İslamiyeti sorgulama noktasına getirmişlerdir. Sorgulama ise şüphenin bir tezahürüdür. Ondört asırdan beri, dinde sorgulama diye bir şey yoktu. Çünkü din sorgulamaya değil, kesin şeksiz şüphesiz kabule dayanır. Ya kabul edersin veya etmezsin bu kişinin sorumluluğunda bir şeydir. Kabul ettikten sonra da, olduğu gibi inanmak zorundasın. İlave veya çıkarma yapmaya kalkarsan o ilahi din değil, senin düşüncen olur. Buna da din denilmez. Eskiden bu sorgulama sadece ilahiyatçılar arasında oluyordu. Son zamanlarda artık halka da bulaşmaya başladı bu hastalık. Her zararlı şey gibi, bu hastalığın mikrobu da bize Batı'dan geldi. Asr-ı saadetten beri güç kullanarak yıkamadıkları İslamiyeti, ancak içlerine mikrop salarak yıkabilecekleri düşüncesinin bir mahsulüdür bu tür olaylar ve tartışmalar. Mikrobun sağlam bedene zarar veremeyeceğini bildikleri için de, önce Müslümanları zaafa uğrattılar. Müslümanların en büyük zaafları da cahilliktir, dinin temel değerlerinin, esaslarının bilinmemesidir. Nitekim, hadis-i şerifte "Nerede ilim varsa, orada Müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!"buyuruldu. Misyonerlerin önde gelen isimlerinden Zwemer, 1930'ların başında Kudüs'te Zeytindağı'nda toplanan misyonerler kongresinde yaptığı konuşmada, bunu açıkça göstermektedir: "Sizin göreviniz, Müslümanların Hıristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz Müslüman ülkelerdeki nesillerin dinini öğrenmesine mani olmaktır." Eğer İslamiyet, günümüze kadar bozulmadan, aslına uygun bir şekilde gelebilmişse bu ilim ile yani, İslamiyetin toplumun her kesimine özellikle gençlere, ilmihal ve fıkıh kitapları yolu ile öğretilmesi ve yaşatılması ile olmuştur. Çünkü, suyu kesilen değirmenden un beklemek akıl dışı bir bekleyiş olur. Din öğretilmezse, bugün New York'ta yapılan maskaralıklar, yarın ülkemizde ve diğer bütün İslam ülkelerinde hakim olur. İslamiyetin sadece adı kalır; İslam adına yapılanların gerçek İslam ile bir ilgisi kalmaz. Yapılmak istenen de zaten bu.