Eskiden, İslam büyükleri sohbetlerinde mecbur kalmadıkça "Ben" kelimesini kullanmazlardı. "Ben" kelimesi benliğe, kibire gurura sebep olabileceği korkusuyla bundan uzak dururlardı. Bunun yerine "Biz" ifadesini kullanırlardı. Şimdikilere bakıyorum da, televizyonda kullandığı on kelimeden neredeyse yarısı "Ben" kelimesi. "Bana göre böyle, ben böyle karar verdim, doğrusunu sadece ben bilirim..." Böyle gurur, kibir âbidelerine, zaman zaman insanın yerinden fırlayıp, "sen de kim oluyorsun, bu din sana mı geldi be adam?" diyesi geliyor. Halbuki, aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan insan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecburiyetindedir. Hadîs-i şerîfte, "Allahü teâlâ, tevâzu üzere olmayı bana emreyledi. Hiçbir kimse diğerine karşı büyüklenmesin!" buyuruldu. Bununu için bütün Allah dostu kimseler, kibirden çok korkmuşlar, nefislerini ayaklar altına almışlardır... Eskiden Bağdat'ta Allah dostu evliya bir zat vardı. Herkes kendisini sever, duâsını almak için gayret ederdi. Her haliyle örnek bir zat idi. Ramazan ayında, bir talebesi bu zatı kendi memleketine iftara davet etti. Bu zat da talebesini kırmayıp, bir merkep üzerinde o kasabaya gitmek üzere yola çıktı. O kasabaya yaklaştığında bütün halkın yollara döküldüğünü, dört gözle kendisini beklediklerini gördü. Bu hali görünce, hemen heybesindeki ekmeği çıkardı. Açıktan hayvanın üzerinde yiyerek halkın arasına girdi. Allah dostu zatın bu halini gören halk, neye uğradığını anlayamadı. Aralarında homurdanmalar başladı: Âlim dediğiniz, evliyâ dediğiniz zat bu mu?" "İstemiyoruz böyle kimseyi şehrimize... Defolsun, gitsin!" "Ramazan gününde herkesin gözü önünde yemeğe utanmıyor mu?" "Allahtan korkmuyorsa kuldan da mı utanmıyor..." gibi sesler yükselmeye başladı. Birçok hakaretten sonra şehre de sokmadılar. O zat geri dönüp gitti.Talebesi şaşkına dönmüştü. Olanlara bir mânâ veremiyordu. Az zaman sonra, kendine geldi. Kendi kendine, "Bu işin içinde mutlaka bir iş var. Gidip bu işin hikmetini öğreneyim." dedi. Hocasının bulunduğu şehre gelip, huzura çıktı: "Efendim, böyle davranmanızın mutlaka bir sebebi, hikmeti olmalı fakat, ben anlayamadım. Bu hikmeti bize lütfeder misiniz?" Hocası talebesine buyurdu ki: "Evladım, şehrin girişinde o kalabalığı görünce bir an için gururlandım, kalbime kibir geldi. Kibir çok büyük günâhtır. Kalbe yerleştiğinde tedavisi çok zor. Bunun tedavisi mümkün değil. Fakat, Ramazanda oruç yenildiğinde bunun telafisi mümkün. Ramazandan sonra keffaret orucu tutularak telafi edilebilir. Bunun için, nefsimi ayaklar altına almak, kalbimdeki kibri yerleşmeden hemen çıkartmak için, büyük bir hakarete maruz kalmam lâzımdı. Bunun için, bu yola başvurdum. Yâni çok zarardan kurtulmuk için az zararı tercih ettim. Böylece kalbimi kibir pisliğinden temizlemiş oldum..." Eskiden yaşamış böyle zatları bir düşünelim, bir de şimdikileri. Neredeyse insani özellikleri dışında bir berzerlikleri yok. Böyle insanlardan topluma ne fayda gelir? Kendilerine faydası yok ki başkalarına olsun. İnsan düşündüğünde kendisini kibirden uzaklaştırıp, tevazuya yöneltecek o kadar ibretli olaylar bulur ki. Mesela, insan hiç yok idi. Önce birşey yapamıyan, hareket edemiyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Hayvanlara, böceklere gıdâ olacaktır. Kabir azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecektir. Böyle, Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşıyan kimseye tekebbür mü yakışır, tevâzu mu?