Geçen hafta (perşembeyi cumaya bağlayan gece) Mevlid Kandili idi. Yani, bütün kâinatın onun hürmetine yaratıldığı Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın 1439 yıl önce dünyayı şereflendirdiği, dünyayı aydınlattığı gece idi. Çünkü; Fahr-i kâinât efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, mânevî yönden müthiş bir zulmet ve karanlık içinde idi. İnsanlar hadsiz, hudutsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlânın gönderdiği hak dinler unutulmuş; ilâhî hükümler yerine, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler yer almıştı. Bütün mahluklar, insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı. Küfür fırtınası, kalblerden imânı söküp atmış, gönüllerde, Allahü teâlâya inanma yerine, putlara tapma fikri yerleşmişti. Kâbe-i muazzamaya, üç yüz altmış adet put yerleştirmişlerdi. Her kabilenin bir putu vardı. Ahlâksızlık, fuhuş da zirve yapmıştı. Hatta iftihâr vesilesi olarak kabul ediliyordu. Arabistan, dînî, rûhî, sosyal ve siyâsî bakımlardan, koyu bir karanlık, tam bir câhiliyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde idi. ZULÜM HAD SAFHADAYDI Câhiliye Devri denilen bu zamanda, insanlar genellikle göçebe hayatı yaşıyorlardı ve kabilelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme halinde olan Arab kabileleri, baskın ve yağmacılığı, kendileri için bir geçim vasıtası sayıyorlardı. Zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabilelerden meydana gelen Arabistan'da, siyâsî bir nizam, sosyal bir düzen de mevcut değildi. Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız ve tüyleri ürpertici bir vasıta idi; kadın, elde basit bir mal gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felâket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu korkunç telâkki o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; "Babacığım! Babacığım" diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryât etmelerine hiç kulak asmadan, üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terk ediyorlardı. Bu vahşetlerden dolayı vicdanları hiç sızlamıyor, hatta bunu bir kahramanlık sayıyorlardı. Netice itibariyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş; insanlar âdeta canavarlaşmıştı. O zaman Arabistan'da insanlar, inanç bakımından da, bölük bölüktü. Bir kısmı tamamen inançsız ve dünya hayatından başka bir şey kabul etmiyor. Bir kısmı ise Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanıyor; fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabul etmiyordu. Bir kısmı da Allahü teâlâya inanıyor, âhirete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da, Allahü teâlâya şirk koşup putlara tapıyordu. Müşriklerin her birinin evinde bir put bulunuyordu. BEKLENEN GÜNEŞ DOĞMAK ÜZERE Bütün bunlardan başka, hazret-i İbrahim'in bildirdiği din üzere olan ve "Hanîfler" denilen kimseler de vardı. Bunlar Allahü teâlâya inanır ve putlardan uzak dururlardı. Peygamber efendimizin babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalib, annesi ve bazı kimseler, bu din üzere idiler. Hanîflerden başka bütün gruplar batıl yolda olup, büyük bir zulmet ve karanlığa gömülmüşlerdi. Âlem mahzûn, varlıklar mahzûn, gönüller mahzûndu. Yüzler gülmeyi unutmuştu. Bunları giderecek, insanları dünya ve ahiret huzuruna kavuşturacak bir kahraman bekleniyordu. Çünkü her Peygamberin gelişi böyle olmuştu. Her biri güneş gibi doğup karanlıkları aydınlığa, nûra çevirmişlerdi. Şimdi de cahillik, vahşet zirvedeydi. İnsanlar insanlıktan çıkmışlardı. Bu karanlıktan kurtaracak, insanlara insanlıklarını hatırlatacak Resul gelmek üzereydi... Artık güneşin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Âlem, Âdem aleyhisselamdan bugüne kadar, temiz alınlardan temiz alınlara geçerek gelen nûrun sahibini karşılamak için hazırlanıyordu. İnsanlara sonsuz saâdeti gösterecek eşsiz insan geliyordu!.. Şefkat ve merhamet kaynağı, Rabbinin ahlâkı ile ahlâklanmış yüksek insan geliyordu!.. (Devamı yarın)