Geçen hafta İstanbul'un fethinin manevi cephesini ele almıştık. Bu hafta da, fetih sonrası yaşananları, ibretli anekdotları sizlere sunmak istiyorum. Fatih Sultan Mehmet Han fetihten sonra yerli halka tam bir İslam adaleti sundu. Kimsenin ibadetine, ticaretine karışılmadı. Fetihten önce yapılan zulümler, haksızlıklar bir bir kaldırılmaya başlandı. Bir gün bu maksatla, Osmanlı askerleri, Bizans hapishânelerini kontrol ediyorlardı. En ücrâ bir mahzende haksız yere kapatılan üç papaz buldular. Askerlerin serbest bırakmalarına rağman dışarı çıkmayan bu üç papazı alıp Fâtih Sultan Mehmed Hân'a götürdüler. Fâtih Sultan Mehmed Hân, onlara hapsedilmelerinin ve dışarı çıkmamalarının sebebini sordu. Papazlar şöyle cevap verdiler: "Biz, Bizans'ın en ileri gelen papazları idik. İmparatorun zulüm ve işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhattan dolayı kendisini îkâz edip, sonunun yakın olduğunu söyledik. O da, bizim doğru sözümüze aldırmayıp, zulmüne devâm etti, bizi zindanlara attırdı. Kendi dinimizden olan biri böyle yaparsa kimbilir sizler ne yaparsınız. Onun için dışarı çıkmadık." Bunun üzerine, Fâtih Sultan Mehmed Hân şu teklifi yaptı: "Şimdi siz dışarı çıkın, ülkemde isteğiniz yeri dolaşın, dışarısını beğenmezseniz tekrar içeri girin!" Teklifi kabul etmeleri üzerine, ellerine serbest dolaşma kağıdı verip gönderdi. Papazlar, ellerindeki berâtla her yere girip çıkmaya başladılar. Merak ettikleri her şeyi sorup öğrendiler. Davanın böylesi! Anadolu'nun en ıssız yerlerinde, en kalabalık sokaklarında dolaştılar. Her tabakadan kimsenin yanına gidip sohbet ettiler, ama hiç kimseden bir kötülük görmediler. Bir gün Bursa'da, çarşıya girip, sabahın erken vaktinde bir şeyler almak istediler. Siftah yapan bir dükkândan, komşuları siftah yapmadığı için ikinci bir şey alamadılar. Namaz vakitlerinde, kimsenin dükkânını kapatmaya bile lüzûm görmeden, çarşıda kim varsa herkesin câmiye gittiğine şahid oldular. Hiç kimse, bir başkasının malına, canına, ırzına, nâmusuna zarar vermeyi aklından bile geçirmiyordu. İstisnâsız herkes, yaptığı işi Allah rızâsı için yapıyor, devletinin bekâsı, sultanın ömrü, ordunun muzafferiyeti için duâ ediyordu. Papazlar, kaç şehir dolaştıkları hâlde, dava görülen bir mahkemeye tesâdüf edemediler. Her kasabada kâdı var, fakat davâ yoktu. Hırsızlık yok, kâtillik yok, nâmussuzluk yok, eşkıyâlık ve dolandırıcılık yok, kötülük yoktu. Birkaç ay dolaştıktan sonra, şehrin birinde bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya koştular. Dinleyici olarak içeri girdiler. Davâlı ve davâcı geldi. Kâdı yerine geçip meseleyi dinledi. Adamlardan biri anlattı: "Efendim, bendeniz bu din kardeşimin tarlasını arzu ettiği fiyat üzerinden satın aldım. Birkaç sene ekip kaldırdım. Fakat bu sene çift sürerken, sabanımın demirine bir şey takıldı. Kazıp çıkardım. İçi altın dolu bir küptü. Küpü götürüp, daha önce tarlayı satın aldığım bu kardeşime vermek istedim.O kabûl etmedi." Diğeri ise, "Ben tarlamı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz. Senelerdir ben o tarlayı sürerim, benim nasîbim olsaydı ben bulurdum." diyordu. Üç papaz, altın küpünün kimin olacağına dâir mahkemeyi ibretle seyrediyorlardı. Kâdı efendi, bu iki mübârek Müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Sorup soruşturdu. Birinin temiz ve sâliha bir kızı, diğerinin de sâlih bir oğlu vardı. Küpte bulunan altını onlara düğün masrafı ve çeyiz olarak kabûl edip, nikâhlarını kıydı. Tarlayı satan ve satın alan bu işten memnun olup, kâdı efendiye duâlar ederek evlerinin yolunu tuttular. Papazlar da şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir hâlde oradan ayrıldılar. "Böyle devam ederse..." Papazlar, seyahatlerine devâm ettiler. Yine bir gün, bir mahkemeye şâhid oldular. Kâdı efendi, davâcıya söz verdi. O da meseleyi şöyle anlattı: "Bir hafta önce bu kardeşimden bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak birkaç gün sonra at rahatsızlandı. Atın daha önceden hasta olması mümkün olabileceği gibi, ben aldıktan sonra da hastalanması mümkün idi. Atı satın aldığım arkadaşa bir şey diyemedim. Gelip durumu size arzedeyim ki, aramızı bulasınız diye düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Siz şehir dışına gitmiştiniz. Siz geri gelmeden de at öldü. Hükmünüzü talep ederim." Kâdı efendi düşündü. At ölmüş, onlar arasında davâ bitmişti. Suç kendisinindi. Atı satanı suçlayamazdı. Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde mürâcaatı yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin şehirde, vazîfe yerinde bulunmaması idi. O hâlde atın ücretini o ödemeliydi. Atın fiyatını öğrenip, kendi cebinden bedelini verdi... Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, İstanbul'a dönüp pâdişâhın huzûruna çıktılar. Gördüklerini bir bir arz edip; "Bu millet ve devlet, böyle giderse, kıyâmete kadar devâm eder" dediler. "Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sâhip olan insanların dîni, elbette Allahü teâlânın hak dînidir" deyip, Kelime-i şehâdet getirip Müslüman olmakla şereflendiler...