Geçenlerde, Milliyet gazetesinde, "Problem nerede? Dinde mi, dini anlayışlarda mı? Çözüm için 'dinde reform' yapılmalı?" konularını ihtiva eden bir yazı dizisi yayınlandı. Günümüzün meşhur ilahiyatçılarının konu ile ilgili görüşlerine geniş yer verildi. Bütün ilahiyatçılar şu üç noktada hemfikirler: 1- Dinde akıl esas alınmalı. 2- İçtihat kapısı açılmalı. 3- Dinde reform yapılmalı. Bazı ilahiyatçılar 'dinde reforma gerek yok, dinde değişim kafi' fikrini savunuyorsa da, değişimden neyi kastettiklerine bakıldığında, onların da reform istedikleri, fakat halkın reform kelimesine karşı olan alerjilerini bildikleri için daha yumuşak bir ifade olan 'değişim'i tercih ettikleri anlaşılıyor. Diyorlar ki: "Toplumun yeni sorunlarına çözüm için içtihat kaçınılmazdır. İçtihatta da en önemli unsur akıldır. Reform ve içtihat yapmak, kayıtsız ve şartsız düşünmekle olur. İslamda reform yapmaya içtihat denir. Bundan dolayı her müçtehit reformcudur. İslamın din bilgisi kaynağı akıl ve Kur'an'dır. Kur'an'a gidip fıkhın, tasavvufun, kelamın, hüküm ve kurallarını gözden geçirip değiştirmenin temel kuralı şudur: Ayetleri günümüzün şartlarına göre insanın, toplumun yararına göre yeniden yorumlamaktır." İçtihat gerekli mi gereksiz mi, bugün İçtihat yapacak kimse var mı? Konularını yarına bırakıp, dinimizde aklın yeri üzerinde durmak istiyorum bugün... Dikkat ediyorsanız, âlimler ve hazret-i Peygamberden hiç söz edilmiyor. Âlimlerden sonra Peygamber efendimizi de devre dışı bıraktı bunlar. Hep akıl ön planda. Çünkü hazret-i Peygambere de tam itimatları yok! Halbuki din, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine güvenmek ve inanmaktır. Peygambere inanmamak veya itimâd etmemek, ona yalancı demek olur. Yalancılık kusûrdur. Kusûru olan kimse, Peygamber olamaz. Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, mantığa, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve itikâd etmektir, inanmaktır din. Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyahut, Resûlü ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. Her şey akıl ile halledilebilseydi Peygamberlere lüzum kalmazdı. Aklın kapasitesi sınırlı olduğu ve tek başına doğruyu, yanlışı ayırt edemediği için Peygamberler gönderildi. Herkes kendi aklı ile bu din bilgilerini bulmaya çalışırsa, yeryüzündeki insan sayısı kadar bozuk düşünce, din ortaya çıkar. Çünkü, herkesin anlayışı, düşüncesi, fikir yapısı bir değildir. Dünyalık meselelerde bile, herkes başka başka düşünmekte, herkes ayrı bir fikir yürütmektedir. Dünya işlerinde bile böyle olunca, aklın ermediği, anlayamadığı âhiret bilgilerinde doğruyu bulmak hiç mümkün olur mu? Dinimizin emir ve yasaklarını doğru olarak bildiren sadece Ehl-i sünnet âlimleri olmuştur. Zaten, ben ehli-i sünnet itikâdındayım demek, Peygamber efendimiz ve Eshâbı nasıl inanmışlar ise, ben de öyle inandım demektir. Ehl-i sünnet âlimlerini taklîd etmek, onların yolundan gitmek, insanı bozuk, zararlı inanıştan kurtarır. Çünkü, Ehl-i sünnet âlimleri, aklın ermediği bilgilerde, yalnız Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymuşlar, akıllarını yalnız bu ikisinin manalarını arayıp bulmakta ve onları anlamakta kullanmışlardır. Bu manaları, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da, Resûlullahdan öğrenmişler ve öğrendiklerini kitaplarına yazmışlardır. Yalnız aklı esas alanlar yolda kalıp helak olmuşlar, vahyi yani peygamberin bildirdiklerini esas alanlar kurtulmuşlardır. Nitekim, İmâm-ı Gazâlî hazretleri "Gördüm ki akıl izmihlâl (yıkılma) içindedir. Akıl daha kendisinden bile habersizdir. Her şey peygamberlik gerçeğindedir. Bu gerçeğe yapıştım ve kurtuldum" demiştir.