Kişi mal, mülk sahibi olmakta çok hırslı olur, tek gayesi bu mala kavuşmak olursa, hem dünyada, hem de âhırette rezil olur, perişan olur. Olmadık işler gelir başına. Bunun misâlleri sayılamıyacak kadar çoktur. Mehmed-i Bican hazretlerinin anlattığı şu hikâyeden -yaşanmış bir olay olup olmaması önemli değil- anlıyana çok ibretler, dersler vardır... Devrin hükümdarı bir gün tebdili kıyafetle teftişe çıkmıştı. Bir demirci dükkânının önünden geçerken demircinin hâli dikkatini çekti. Demirci, örsün başında iken sevinçle kalkıp, körüğün yanına gidiyor, sonra da ağlıyarak perişân hâlde geri dönüyordu. Örsün başına gelip körüğe bakınca, tekrar neşesi yerine geliyor, sevinç içinde yine körüğe koşuyor. Fakat, ağlıyarak yine geri geliyordu... Hükümdar, bunun araştırılmasını sonraya bırakıp, veziri ile yoluna devam etti. Bu defa da bir câminin önünden geçerken müezzinin hâli, sultanın dikkatini çekti. Müezzin, yerden minâreye bakıp sevinç içinde tırmanıyor. Nefes nefese, şerefeye ulaşıyor. Fakat, ümitsizlik, perişânlık içinde geri geliyordu. Yere indikten sonra, tekrar minârenin şerefesine bakıyor, o önceki neşe hâli avdet ediyor. Koşarak aynı hızla minâreye çıkıyordu. Şerefeye varınca da bütün ümitleri, hayâlleri yıkılmış olarak geri dönüyordu... Hükümdar, yoluna devam etti. Bu defa da, üç yol ağzında oturan bir kimsenin hâli dikkatini çekti. Dikkatle baktığında, bu kimsenin âmâ olduğunu anladı. Ama, gelen kimsenin ayak seslerini hissettiğinde gelene, "Ne olur, şu bir akçeyi al ve enseme bir okkalı tokat at!" diye yalvarıyordu. Oradan geçenler de, bu kimsenin yalvarmasına dayanamayıp bir akçeyi alıp, âmânın isteğini yerine getirip, oradan uzaklaşıyorlardı... Hükümdar, bu üç ibretli olayın sırrını öğrenmesi için vezirini görevlendirdi. Vezir, önce demirciden başladı. Demirci başından geçenleri şöyle anlattı: Seneler önceydi. Bir gün işim çok olduğundan, dükkandan geç ayrılmam gerekiyordu. Bunun için, iki tavuk alıp çırakla eve gönderdim: "Bu akşam eve geç geleceğim, bu tavukları pişirip birini bana gönderin, diğerini de siz yersiniz. Ben yemeğe gelemiyeceğim" diye de haber yolladım. Akşam namazından sonra, evden pişmiş tavuk geldi. Karnım da çok acıkmıştı. İşi bırakıp, örsün kenarına çömelip, tavuğu yemeğe başladım.Tavuğun sadece bir butu kalmıştı elimde. Bu sırada içeriye sevimli bir kedi girdi. Tam karşıma durup beni seyretmeye başladı. Belli ki benden elimdeki buttan bir parça istiyordu. Fakat ben oralı olmadım. Çünkü karnım çok açtı. Kedi, acıklı acıklı miyavlamaya başladı. Bunun üzerine ben kendisini kovalamak istedim. O an hiç beklemediğim bir şey oldu. Kedi cin midir şeytan mıdır dile gelip, "Eğer o buttan bir parça verirsen, emsâlsiz bir hazinenin yerini sana göstereceğim, onunla istediğin kadar tavuk alırsın" dedi. Ben, "Göster, ben de, butu sana vereyim" dedim. Kedi,"Şu körüğün yanına bak" dedi. Baktığımda bir de ne göreyim. Renk renk, eşi benzeri olmayan mücevherler... Karnım doymadığı için, elimdeki buttan da vazgeçemiyordum. "But benim elimde, mücevherler de benim dükkanımda, o zaman niçin aç kalayım?" diye düşündüm. Elime bir sopa parçası alıp, kediyi kovaladım. Oturup elimdeki butu yemeye devam ettim. Gözüm de, körüğün yanındaki hazinede idi. Butu bitirir bitirmez de, yerimden fırladım. Körüğün yanına vardığımda, baktım, hiçbir şey yok. Acaba yanlış mı gördüm, diyerek, tekrar örsün yanına geldim. Mücevherler ışıl ışıl orada parlıyordu. Sevinç içinde, oraya koştum. Körüğün yanına varınca, onların yine yok olduğunu görüyordum. İşte o zamandan beri, böyle hazineye kavuşmak için, gidip geliyorum... (Diğer ikisinin sırrını da yarına bırakalım)