Son yıllarda, kültür seviyesinin biraz yükselmesi, öğrenim düzeyinin biraz artmasıyla mıdır nedir, insanlarda her konuda "Bana göre şöyle", "Bana göre böyle" densizliği öne çıkmaya başladı. Bu, sadece günlük işlerde olsa neyse diyeceğiz ama, maalesef dini konularda da yaygınlaşmaya başladı. Her önüne gelen kısa aklı ile dini yorumlamaya kalkışıyor. İnsanoğlu, her devirde olayları farklı farklı yorumlamış, önceleri doğru dediğine sonra yanlış demiş; örneğin Batıda, 17. yüzyılda, vahiy red edilip akıl esas alınmışken şimdi birçok Batılı aydın bile, "akla veda" kitapları, makaleleri yazmaktadır. Halbuki akıl, ne her şeydir ne de, veda veya feda edilecek bir şeydir. Dinimiz, aklın olması gereken yerini bildirmiştir. Bunu kabul eden, buna göre hareket eden, dünyada da ahirette de rahat eder. Dinimize göre, akıl göz gibi, İslamiyet de ışık gibidir. Yani aklın doğru karar verebilmesi için İslamiyet ışığına ihtiyacı vardır. Bunun için aklı, fenne, göze tâbi kılmamalı, aksine gözü akla tâbi kılmalıdır! Çünkü, akıl hiçbir zaman tek başına hakkı, doğruyu bulamaz. Hangi akıl?.. Nasıl bulsun ki, en yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Dünya işlerinde bile yanılan akla, din işleri emanet edilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akıl, bazen doğruyu bulur, yanılması ise, daha çok olur. En akıllı denilen kişi, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilemez. Akıl tek başına doğruyu bulabilseydi, dinlerin, peygamberlerin gönderilmesine lüzum olmazdı. Bunun için sadece akıl ile, mantık ile yola çıkan yolda kalır, kurda kuşa yem olur. Tarihte bunların pek çok örnekleri vardır. Bunlardan biri şudur: Ebû Sa'îd Abdullah ve İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî daha küçük yaşta iken ilim öğrenmek için Bağdat'a gitmişlerdi. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok genç idi. Hâce Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesi'nde vaaz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyaret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ, "Ona bir soru soracağım ki cevâbını veremeyecek" dedi. Ebû Sa'îd Abdullah, "Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?" dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de, "Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım? Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim" dedi. Nihâyet Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin bulunduğu yere vardılar. Hemedânî hazretleri İbn-üs-Sakkâ'ya dönerek: - Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevâbını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevâbı da şöyledir, diye cevapladıktan sonra, senden küfür kokusu geliyor, buyurdu. Sonra Ebû Sa'îd Abdullah'a dönerek: - Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim? Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur, diyerek cevapladıktan sonra: Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün, sıkıntı ile geçecek, buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine döndü: - Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat'ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve yine senin zamanındaki bütün evliyânın, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim, buyurdu. Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, zamanında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, boyun bükerek mübârek sohbetlerinden istifâde ettiler. Akıl esas alınınca... İbn-üs-Sakkâ'ya gelince; o Yûsüf-i Hemedânî ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, dînî ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Fakat hep aklını ön plana çıkartırdı. Cenâb-ı Hakkın varlığını akli, mantıki yüz delil ile ispat eder hâle geldi. Şöhreti zamanın sultanına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans'a gönderdi. Hristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Orada İmparatorun kızına âşık oldu. Kız, Hristiyan olursan o zaman seninle evlenirim deyince, Hristiyan oldu. Bu defa da o kısa aklını öne çıkartarak yüz delil ile ilâhın üç olduğunu ispata kalkıştı! Ebû Sa'îd Abdullah'ın ömrü ise çeşitli sıkıntılar ile geçti. Böylece Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçü hakkında da söylediği aynen meydana geldi. Aklı esas alarak böye bir felakete düçar kalmamak için, doğru, halis bir imana sahip olmak gerekir. Bunun için de, Muhammed aleyhisselamın bildirdiği şeylere, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve itikat gerekir. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur. Resulü tasdik etmiş olmaz. Cenab-ı Hakkın bizlerden istediği, şüpheden uzak, halis bir iman, halis bir dindir. Nitekim, ayeti kerimede mealen, "Biliniz ki, Allahü teala için olan din, yalnız Onun için olan halis dindir" (Zümer-3) buyuruldu.