Ebu Zer-i Gıfari hazretleri artık son anlarını yaşıyordu. Fakat çölün ortasındaydı. Çevresinde hanımından başka kimse yoktu. Bu durum hanımını korkuttu. Yalnız başına ne yapacağı endişesine kapıldı. Ebu Zer-i Gıfari hazretleri rahattı. Hanımını teselli etmeye çalışıyordu. Korktuğu şeylerin başına gelmeyeceğini söyledikten sonra; - Şimdi bu endişeleri bırak da, kapıya çık bakalım! Gelen giden, var mı? diye sordu. Hanımı gözlerini sildi. Kapı önüne çıktı. Uzaklara, ufuklara baktı, baktı. Issız çöl rüzgârlarından başka, ne gelen vardı, ne giden! Üzüntüyle içeri döndü. Başını salladı: - Bilirsin ki, hac mevsimi geçti. Bugünlerde, şu ıssız çöle, kimin yolu düşebilir? - Gelirler! Gelirler! Sen şimdi kalk! Bir keçi kes; pişirmeye başla! İyi kalbli Müslüman bir cemâat gelince, onlara ikrâm edersin. Sakın, yemeden onları salıverme! Hanımı, tekrar dışarı çıktı. Gözleri nemli, efendisinin emirlerini yerine getirmeye başladı. Yemek pişirirken yolu da gözlüyordu. İşte bu sırada ufukta, bir toz bulutu belirdi. Bulut yaklaştı, yaklaştı... Nihâyet atlılar ve develiler, açıkça belli oldular. O zaman kadıncağız buruk bir sevinçle içeri koştu: - Müjde efendi! Söylediğin gibi, gelenler var! Yaşlı Sahâbînin gözleri parladı ve dedi ki: - Elhamdülillah! Çok şükür, geldiler demek. Öyleyse, gel de şu yaşlı vücûdumu, kıbleye doğru çevirelim. Sonra Kelime-i şehâdet getirip vefât etti. Hanımı, efendisinin dediklerini yaptı. Sonra tekrar, kapı önüne çıktı. Yolcular gelmişlerdi. Bunlar Abdullah bin Mes'ûd, Mâlik bin Eşter ve bazı Müslümanlardı. Kadıncağız eliyle, gelenlere evi gösterip sordu: - Arkadaşınız Ebû Zer içeride, vefât etti. Onu kefenleyip, ecre, sevâba nâil olmak istemez misiniz? Bu ismi duyan kâfile mensupları, hep birlikte, Ebû Zer hazretlerinin hizmetine koştular. Abdullah bin Mes'ûd'un verdiği kefenle kefenlendi ve cenâze namazını da, Abdullah bin Mes'ûd kıldırdı. Hazırlanan etten de yiyerek yanlarına hanımını da alıp hep birlikte Medîne'ye döndüler...