Cenâb-ı Hak, insanı, kendisini tanıyıp ibadet etmesi ve tanımayanlara tanıtması için gönderdi. Dini doğru olarak yaymanın önemi ve mükafatı büyüktür. Bunun için ecdadımız, "i'la-yı kelimetullah"ı yani, Lâ ilahe illallah Muhammedün resulullah akidesini, inancını yaymak için Viyana kapılarına kadar gitmiştir. Bu uğurda nice şehidler vermiştir. Bununla ilgili olarak meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden Abdülvâhid bin Zeyd hazretlerinin anlattığı şu olay çok ibretlidir: Bir gün arkadaşlarımla, yeni çıkacağımız savaş hazırlıklarını konuşuyorduk. Arkadaşımın birisi Tevbe sûresindeki, "Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur'anda söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır." (Tevbe, 111) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. SEN BANA ŞAHİD OL Kİ... Bu âyet-i kerîmenin okunması üzerine, on beş-on altı yaşlarındaki bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş ve babasından da kendisine hayli mirâs kalmıştı. Bana dönerek dedi ki: "Sen bana şâhit ol ki, ben malımı ve canımı Cennet karşılığında Cenâb-ı Hakka satıyorum!" Ben de, "Delikanlı, kılıçların keskinliği, senin sözlerinin keskinliğinden çok fazladır. Korkarım ki, sabredemez, bu satıştan vazgeçersin" dedim. Genç sözünde ısrar etti: "Tekrar ediyorum. Şu anda malımı da, canımı da Allaha sattım!" Gerçekten de yanımızdan ayrıldıktan sonra, malının tamamını Allah yolunda dağıttı. Yanına sadece, savaş için lâzım olacak bir at ile silahlarını bıraktı. Savaş hazırlıkları bitip yola çıktığımızda, en önlerde gidiyordu. Yolculuk esnasında gündüzleri oruç tutarak, geceleri de nâfile namaz kılarak geçiriyordu. Genç olduğu için, bu arada hepimizin birçok hizmetlerini de görüyordu. Atlarımızı otlatıyor, nöbetleri tutuyordu. Nihâyet Bizans sınırına geldik. Ben onu, "Daha küçük" diye, savaşta ön cephede değil de, geri hizmetlerde kullanmak istiyordum. Fakat o, bu hizmetlerle kifâyet etmeyip, en önde savaşmak için can atıyordu. Son zamanlarda ağzından hiç düşürmediği bir kelime vardı. Bu kelime hiç duymadığımız bir sözdü. Devamlı sayıkladığı söz şuydu: "Ah, Aynâ-i merdıyye, ah Aynâ-i merdıyye!.." Arkadaşlarım bana, "Herhalde korkudan bu genç aklını oynattı" dediler. Ben aklını kaybettiğine pek inanmıyordum. Fakat, merak ediyordum, "Bu söz neyin nesi?" diye. Sonunda sordum kendisine: ANLATACAK KELİME BULAMIYORUM Genç zaten hâlini kimseye anlatamadığı için patlamak üzereymiş. Anlatmaya başladı: "Bir gece rü'yâmda birisi, bana gelip dedi ki: 'Seni, Aynâ-i merdıyyeye götüreceğim, gel benimle!..' Merakımı anlayınca, 'Sana kelimelerle ta'rif edemem ki... Ancak görmen gerekir? Şu kadarını bil ki, bir Cennet hûrisi!' Sonra elimden tutup, bir bahçeye götürdü. Allah Allah, böyle güzellik mi olurdu? Ağzım açık kaldı... Şeffaf, pırıl pırıl, gayet tatlı suyu olan bir ırmağın kenarındaydık... Dünyadaki en güzel yerler bile, oranın yanında çöplük gibiydi sanki... Irmağın kenarında dolaşırken gördüklerime inanamadım... Birbirinden güzel kadınlar, beni görür görmez el pençe divan durmuşlardı. Yanımdaki kimseden öğrendim ki, bunlar Cennet hûrileri... Güzelliklerini anlatacak kelime bulamıyordum... Beni birbirlerine göstererek sevinçle konuşuyorlardı: - İşte Aynâ-i merdıyyenin efendisi geldi... O anda, hangisinin Aynâ-i merdıyye olduğunu merak ederek sordum: - İçinizden hanginiz, Aynâ-i merdıyye? Verdikleri cevapla hem şaşırmış, hem de hayâl kırıklığına uğramıştım... Dediler ki: - Estağfirullah, biz onun gibi olabilir miyiz? Biz onun hizmetçileri olabiliriz. Onu görmek istersen biraz daha ilerlemen lâzımdır. (Devamı yarın)