Kararın siyasi tarafı beni ilgilendirmiyor. Çünkü, o tarafı benim ilgi alanıma girmiyor. Beni ilgilendiren, ikiyüzlülük, çifte standart uygulanmasıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin geçen haftaki kararından bahsediyorum... Adı ne olursa olsun, Batılı kuruluşlar kararlarını verirken, Hıristiyan olduklarını hiçbir zaman unutmazlar; kararlarını bu doğrultuda verirler. Geçmişte bu hep böyle olduğu gibi, şimdi de, bundan sonra da Müslüman kaldığımız müddetçe böyle devam edecek. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Zaten, Batı'nın Osmanlı ile mücadelesinde toprak değil din taassubu ile hedef hep İslamiyet olmuştur. Nitekim, İngiliz temsilcisi Lord Curzon'un, toprak almadan çekilmeyi kabul etmesi, İngiliz parlamentosunda büyük tepki görmüştü. O zaman Curzon şu cevabı verdi: "Mühim olan Osmanlı'nin yıkılmasıydı, bu da gerçekleşmiştir. Bundan sonra Türklerin şanı yok olmuştur. Çünkü İslâmdan aldıkları mânevî güç (Halifelik) çökmüştür, yetmez mi?" Hıristiyan Dünyası, İslamiyete karşı olan bu tavrını, güçlü olduğumuz dönemlerde gizlice ve sinsice yürütmüş, bugünkü gibi zayıf düştüğümüz zamanlarda ise, açıkça ve pervasızca ortaya koymuştur.. Osmanlının yıkılışı üzerine, "Artık İslâm medeniyeti ölmüştür. Hıristiyan Batı Medeniyeti'nin üstünlüğü anlaşılmıştır" diye sevinç çığlıkları atan İngiliz Tarihçisi Arnold Toynbee ve onun bu duygularını paylaşanlar, İslâmın yavaş yavaş da olsa kıpırdanmaya başlamasından iyice tedirgindirler. Onların en büyük korkusu, Büyük Türk Milletinin öncülüğünde, İslâm Âlemi'nin yeniden canlanarak ayağa kalkmasıdır. Şimdi, çeşitli renkleri ile emperyalizm, bu diriliş hamlesini, doğmadan boğmak istemektedir. Bu faaliyetleri için, dışarıdan ve içeriden müttefikler de bulmaktadırlar. "Haçlı Dünyası", İslâmiyet'in varlığından, gelişmesinden ve güçlenmesinden daima tedirgin olmuştur. Bu tedirginlik yeni değildir, bilhassa Müslümanların "Kudüs Şehrini" fethetmesinden sonra başlamıştır. Hıristiyan Batı Dünyası, kendi varlığını, dînini, dilini, kültür ve medeniyetini korumak hususunda, hayrete şayan bir direniş göstermiş; İslâm kültür ve medeniyetine hayranlık duymakla birlikte, asla ona teslim olmamış; kendi özüne yönelerek "yeniden diriliş" hamlelerine girişmiş ve 18. asırda, büyük bir silkinişle ayağa kalkmış ve İslâm Dünyası'ndan intikam almaya başlamıştır. Nitekim, 19. asrın sonlarına doğru bütün İslâm ülkeleri, Batı'nın askerî siyasî ve iktisadî boyunduruğuna girmeye başlamıştır. Hıristiyan Devletler, İslâm Dünyası'nı sömürgeleştirmiş veya topraklarına katmışlardır. Gerçi 20. asırda, birçok sömürgelerini kaybetmişlerse de, sömürü çok maskeli bir biçimde sürdürülmekte, İslâm Dünyası'nda her gün yeni bir gedik açmaya devam etmektedirler. İsrail ise, Ortadoğu'da tedavisi imkânsız bir yara olarak giderek gelişmektedir. Şimdi, Hıristiyan Batı Dünyası, ırk ve milliyet ayırmaksızın, İslâm'a sempati duyan her hareketi ve gelişmeyi kaynağına bakmaksızın ezmeye ve doğmadan boğmaya çalışmaktadır. "Biz, sizin tarihinizden ve dîninizden korkuyoruz." diyerek endişelerinin sebebini açıkça ifade ediyorlar. Böyle bir anlayıştan, taassuptan tarafsız, yansız bir kararın çıkması mümkün mü?