Süleymân bin Zekvân adında, zâhid, derecesi çok yüksek, tatlı bir kimse var idi. O der ki: Benim bir komşum var idi. Müfsid ve aşağı bir kimse idi. Gündüz pazarda olurdu. Gece gelir şarap içerdi. Bana çok cefâ verirdi. Âciz oldum. Oğluma dedim, gel; bu mahalleden bir başka mahalleye gidelim. Bunu görmeyelim. Kalktık, bir başka mahalleye gittik. Orada oturduk. Sonra, o adam öldü. O öldükten sonra, vatan-ı aslîmize geldik. Gecelerden bir gece, rüyamda bir kimse kapıyı çaldı. Çıkıp, kapımı açtım. Bir mert gördüm ki, ayağı yerde, ama, o kadar yukarı baktım, yüzünü göremedim. Bana dedi ki, dışarı gel! Ben dedim, korkarım. Korkma, dışarı gel, benim ardımca yürü! Ben de dışarı çıktım ve izince gittim. Kabristâna vardık. Bir mezâr üzerinde durduk. Bana dedi ki: Bu mezârı aç! Ben de o mezârın toprağını açıp, lahdin kerpicine eriştim. Dedi ki, kerpici kaldır. Kerpici kaldırdığım gibi, bir bahçe gördüm ki, nihâyeti yok. Ve orta yerinde baktım bir taht kurulmuş. Üzerinde elvân döşekiler döşenmiş. O müfsid dediğim mert onun üzerine oturmuş Bana dedi ki: Bu merdi tanır mısın? Ben dedim, bu benim komşumdur. Ben mahalleyi bunun yaramazlığı yüzünden terk etmiştim. Bana acâib gelmişti. Hayretler içinde kaldım. O kimseye, Allahü teâlâ hakkı için cevap ver ki, buna bu ihsan nasıl verildi? Söyle ki, o mert bu kadar fısk ve fücûr ile bu mertebe-i aliyyeye ne sebeple erişmiştir. O dedi, hakîkaten, bu adam senin dediğin gibi idi. Lâkin, bir iyi âdeti var idi. Ben dedim, Allahü teâlâ için, o âdeti beyan eyle. Dedi, âdeti bu idi ki; farz namazı kılıp, selâm verip, namazdan çıktıkdan sonra, "Yâ Rabbî! Ebû Bekir'e, Ömer'e, Osmân'a ve Alî'ye rahmet et" diye dua okurdu... Bu kıssadan ma'lûm oldu ki, her kim Çihâr yâr-i güzîne muhabbet besler ise; Allahü teâlâ o kimseye ne kadar mücrim ve günâhkâr dahî olsa, sonunda tövbe nasip eder o da da rahmete kavuşur.