Geçen hafta, gazetelerde, televizyonlarda tüyleri ürperten bir araştırma haberi vardı. "Utanç tablosu... Dünya yolsuzluk sıralamasında zirveye yürüyoruz!.." başlığı ile verilen haberin özeti şöyle: "Uluslararası Saydamlık Örgütü Transparency International'ın (TI) hazırladığı 2002 yılı "Yolsuzluk Algılama Endeksi"nde Türkiye, en fazla yolsuzluk yapılan ülkeler arasında yer aldı. Geçen yıl 91 ülke arasında ''en temiz ülkeden kirliye'' yapılan sıralamada 54. sırada yer alan Türkiye, 10 basamak birden atlayarak 2002 yılında 102 ülke arasında 64. sıraya yerleşti. Listede Etiyopya, Gana, Ürdün, Tunus, Türkiye'den daha temiz ülkeler arasında bulunuyor... " Toplumsal Saydamlık Hareketi Derneği Başkanı "Türkiye'nin ekonomik ve sosyal hayatını temelinden dinamitleyen yolsuzluk sorununu, hazırlanan endeksin tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor.Türkiye'nin bu endekslerdeki yeri, yıllardır bir utanç tablosu olarak karşımıza çıkıyor" diye konuştu. Nereden nereye! Bir zamanlar, doğrulukta, dürüstlükte birinci olan ülkemiz şimdi yolsuzlukta sondan birinci olmaya koşuyor. Bu vesile ile yine bir yabancının doğrulukta birinci olduğumuz dönemlerle ilgili bir tespitini sizlere sunmak istiyorum: Eski Türkün dünyada misli bulunmayan eşsiz ve lekesiz tablosu ile sarsılmaz doğruluğu asırlarca Batı'da dillere destan olmuş ve Türkiye'ye bu "güzelliklerin" kaynağını tedkik için birçok araştırmacı gelmiştir. Meselâ 18. asırda yaşamış olan, A. De la Motraye'nin "Voyages en Europe, Asie et Afrique" ismindeki eserinde eski Türkün bu yüksek vasfı şöyle anlatılır: "Türklerin doğruluğunu, dürüstlüğünü teslim etmekte bir an bile tereddüd edemem. Birçok tanıdıklarımın ve bilhasas dâimî dalgınlığımdan dolayı herkesten fazla benim başıma gelmiş bir hâl vardır: Muhtelif dükkânlardan öteberi satın alırken para vermek için koynumdan çıkardığım kesemi veyâhut vakti anlamak için baktığım saatimi eşya yığınları arasında unuttuğum çok olmuştur. Bâzan da vereceğim paranın iki mislini bıraktıktan sonra dükkâncının mallarını ortadan kaldırıp yanlışlıkla fazla verdiğim parayı görmesine vakit kalmadan çekilip gittiğim olurdu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim kaybolmamıştır; çünkü o gibi vaziyetlerde dükkâncılar peşimden adam koşturmuşlar ve hattâ eğer daglınlığımın neticesini anladıktan sonra dükkâna dönmemişsem, unuttuğum şeyi iâde için ikâmetgâhımın bulunduğu Beyoğlu'na kadar adam gönderip birçok defalar beni aratmışlardır. Meselâ bir gün küçük bir Türk dükkânının önünde durmuştum: Bu yelpazeci dükkânında Türk erkeklerinin yaz sıcaklarında kullandıkları yelpâzeler satılıyordu. Dükkâncı yelpâzelerini açıp üst üste koyarak bana gösterdiği sırada saatimi çıkarıp bakmış ve ondan sonra tezgâhın üstüne bırakmışım. Yelpâzeci beni hiç tanımıyordu; ben saatimi orada bırakmış olduğumu eğer hatırlayabilseydim, bilmem dükkânı bulabilir miydim? Bilâkis saatimi cebimden düşürmüş veyâhut başka bir yerde ve bilhassa yarım saatten fazla kalmış olduğum bir Rum dükkânında unutmuş olduğumu zannediyordum. Artık bulabileceğimden tamamiyle ümit kestikten ve aradan tam üç hafta geçtikten sonra, bir gün tesadüfen yelpâze adığım dükkânın önünden geçerken yelpâzeci beni görür görmez çağırıp saatimi verdi. Ben bu Türk nâmuskârlığının daha yüzlerce misâlini sayabilecek vaziyetteyim: Bizzât kendi başımdan geçen vakalar otuzdan fazla olduğu halde, bunların hiç birinde hiçbir zaman Türklerin dürüstlükten ayrıldıklarını görmedim." Bir yabancının üç asır önceki tespitleri böyle. Aynı ülke, aynı millet, aynı dine inanan insanlar... Peki, ne oldu da böyle utanılacak hallere düştük? Bu sorunan cevabını hep birlikte arayıp bulmak zorundayız!..