Abdullah ibni Abbâs'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte, Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Cebrâîl aleyhisselâmdan işittim, dedi ki: Rabbil'âlemîn, Muhammed'in (aleyhisselâm) nûrunu yarattıktan sonra bir kandil halk etti. O kandili Arş-ı azîmin altına asdılar. Muhammed Mustafâ Efendimizin nûru o kandilin etrâfında iki bin sene ibâdet etti. Ondan sonra dört katre su o kandilden damladı. Medîne-i münevvereye düştü. Emir geldi ki, yâ Cebrâîl o toprağı kaldır. Bir şemâme yap. Ben de yaptım. Buyruk geldi ki; o şemâmeyi Rıdvânın önüne ilet. Onu kâfûr ve anber ile, misk ve za'ferân ile yoğursun. Rıdvânın yanına ilettim. O şemâmeyi yoğurdu. Ondan sonra buyruk geldi ki; yâ Cebrâîl! Bu kâfûr ve anber, misk ve za'ferân ile yoğrulan çamuru, rahmet deryâsına daldır. Götürdüm, rahmet deryâsına daldırdım. Bin sene orada kaldı. Buyruk geldi ki; yâ Cebrâîl! Şimdi, rahmet deryâsından onu çıkar. Heybet deryâsına götür. Heybet deryâsına götürdüm. Bin sene de orada kaldı. Emir geldi ki, çıkar, hayâ deryâsına daldır. Ben de hayâ deryâsına daldırdım. Bin sene de orada kaldı. Emir, buyruk geldi: Tamam oldu mu? dedi. Tamam oldu, dedim. Her şeyi en iyi şekilde Sen bilirsin, dedim. Emir geldi ki; ondan çıkar, ilim deryâsına götür. Ben de çıkarıp, ilim deryâsına götürdüm. Bin sene de orada kaldı. Emir geldi ki; tamamdır. Cebrâîl aleyhisselâm der ki: Yâ Rabbî! Bu nûrdan ne halk etmek istersin. Buyruk geldi ki; yâ Cebrâîl! Bu nûrdan bir kulu halk etmek isterim ki, Arş'tan toprağa kadar âlemde ondan azîz bir kul olmaz. Arş'ın kenârına baktım. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah, yazılmış gördüm. Senin adını bildim ve dedim, yâ Rabbî! Kâfûr ve anber, misk ve za'ferândan ne halk etmek istersin. Buyurdu ki; onun kemiğini kâfûrdan, halk ederim. Etini anberden, sinirini za'ferândan. Ey Cebrâîl, za'ferân renginde yüzünü, miskten tüyünü ve anberden kokusunu halk ederim. Rahmet deryâsından Ebû Bekir'i halk ederim. Heybet deryâsından Ömer'i, hayâ deryâsından Osman'ı, ilim deryâsından Ali'yi halk ederim.