Bugün, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun 711. yıl dönümü. Dün, Osmanlının küçük bir beylik iken üç kıtaya hükmeden bir imparatorluk hâline gelmesinin sebepleri üzerinde durmuştuk. Bu sebeplerden biri de her şeyden önce Osmanlı hanedan mensuplarının, ihlaslı, samimi olmaları, şahsi şöhret peşinde olmamalarıdır. Gösterişe değil tevazuya önem vermeleridir. Kendilerine tabi bir devlet hâline getirdikleri Bizans sarayları yanında, kaldıkları yerler sıradan bir köşk mesabesinde idi. İçerisinde yaşanılan hayat da, güçlerine göre sade ve çok basitti. Gösterişten, şaşaadan uzak kaldıkları gibi, yerli halka, biz üstünüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar. Onlara çok hoşgörülü davrandılar. Osmanlıları hedeflerine ulaştıran yöntemlerden birisi de zaten budur. "DİNDEN TAVİZ VERMEZDİ!" Osmanlının saf ve temiz olmalarını yabancılar bile dile getirmektedir. Mesela, yabancı bir tarihçi Gibbons bu hususta şunları yazmaktadır: "Osman Gazi, dininde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halife Osman'ın ve daha evvelki halifelerin ikinci nüshası idi. Dini gayreti ile heyecanlı olmak ve dini, hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa; Osman Gazi mutaassıptı yani dinden taviz vermezdi. Fakat, ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse bir şey diyemez. Eğer bunlar, Hıristiyanlara eza etmeye, sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı, Osman-oğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı. Atilla ve Cengiz Han, aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, hep akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk, bir medeniyet kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişler. Karadeniz'in güneyinden Avrupa'ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmedikleri için eriyip yok olmuşlardır. Osman Gazi'nin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle te'siri çok daha geniş ve şümullü idi. Çünkü O, sükunet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıp-yıkıyorlardı. Şu hâlde O'na bunların üstünde bir mevki vermemiz icap eder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir?!.. 600 küsur sene hüküm sürebilmiştir?" Gerçekte Osmanlılar, devlet eliyle ve gönüllü tasavvuf ehli dervişler vasıtasıyla İslamı tanıtmaya çalışırken, muhataplarına son derecede hoşgörülü davranmışlardır, zorlamalara iltifat etmemişlerdir. Hıristiyan halk, kendi dinleri ve din adamları ile bu yeni din ve dinin temsilcilerini karşılaştırdıkları zaman, aradaki farkı ve üstünlüğü açık bir şekilde görmüşler ve kendiliklerinden İslamı benimsemişler ve Türk-İslam kültür dairesi içerisine girmişlerdir. "ZULMETTİK, YIKILDIK!.." Bursa uzun zaman kuşatmadan sonra, "kimsenin canına dokunulmayacağına" dair anlaşma yapılarak teslim alındıktan sonra, şehri terk etmeyerek orada gönüllü olarak kalan Tekfur'un vezirine, şehri teslim sebepleri sorulduğu zaman Orhan Gazi'ye verdiği cevap ilginçtir: "Sizin devletiniz günden güne büyüdü, bizim devletimiz küçüldü. Biz kendi halkımıza bile zulüm yapıyorduk. Babanızın idaresine geçen köylülerimiz zulümden kurtuldukları için memnun kalıp, size seve seve itaat ettiler. Rahat oldular ve biz de bu rahatlığa heves ettik..." Osmanlı hiçbir zaman, despot bir tutumla hareket etmemiş, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendisine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefada kusur göstermemiştir. Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir ahenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezata müsaade etmeyen, dünya tarihinde milletlerarası, en kudretli ve cihanşümul bir siyasi teşkilattı...