Genelde, ramazan ayı, hayır hasenatın, hediyeleşmenin, yardımlaşmanın yoğun olarak yaşandığı aydır. Ancak, bunlar belli bir ay ile sınırlandırılamayacak kadar önemli şeylerdir. Toplumu kaynaştırdığı gibi, veren kimseleri de, belalardan, hastalıklardan korur. Bunun için, sadaka ve yardımlaşma işini senenin her gününe yaymamız lazımdır. Fakat niyete çok dikkat etmemiz şart. Niyetimiz bozuk olursa amelimiz boşa gider. Eskiden, "Sağ elinin verdiğini sol elin duymayacak" prensibi gereği, en yakınları bile yapılan yardımlardan haberi olmazdı hayırsever kişinin. Yaptığı iyiliği söylemek utanılacak bir işti. KİMİN İÇİN YAPTIYSAN!.. Şimdi küçücük bir çeşmede bile boydan boya büyük harflerle, "Bu çeşme filânca tarafından yaptırılmıştır" levhasını görüyorsunuz. Hastaneye gidiyorsunuz, süslü püslü levhalarda yazıyor: "Bu ünite filânca iş adamı tarafından yaptırılmıştır." Bunlar sadece iki örnek... Yapılan hayır hasenatın kabul olması için, buna riyanın, yani gösterişin karışmamış olması; o işin Allah'la kişi arasında kalması lâzımdır. Yapılan hayır hasenat; birilerinden "aferin" almak veya kendinin veya firmasının reklâmı için yapılıyorsa, o, hayır olmaktan çıkar. Yapılan iş, Allah rızası için değil de başkaları için yapılırsa, ahirette, Allahü teâlâdan karşılığını almak için gittiğinde, kendisine, "Sen o yaptığını aferin desinler diye yapmıştın. Nitekim aferin de dediler. Şimdi ne istiyorsun? Kimin için yaptıysan karşılığını git ondan iste!" denecektir. Eskiden hayır sahibi zengin kimseler tebdil-i kıyafet ile hiç tanınmadıkları yerlere giderler; bakkal, kasap, manifatura vs. dükkânlarına girerek, müşterisi olmadığı bir zamanda yumuşak, mütevazı bir ifade ile, derlermiş ki: "Borç defterinizi açar mısınız?" Esnaf, onun tavrından ne maksatla geldiğini bilirmiş... Defteri çıkarınca da, gelen kimse, durumuna göre şöyle dermiş: "Lütfen, baştan on sahifenin toplamını yapar mısınız?" Esnaf, bu kadar sahifenin yekûnunu yapar, söyler; gelen de kesesini çıkarır, onu ödedikten sonra, "Silin borçlarını..." der, çeker gidermiş... Esnaf da arkasından "Allah hayrını kabul etsin..." dermiş. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren de, kimi borçtan kurtardığını bilmezmiş. Çünkü hepsi sadece Allah rızası içinmiş... O günkülerin söyleyişi ile "rızayı İlâhi için"... İşte dinimizin emrettiği sadaka, hayır hasenat böyle yapılır. Böyle yapılırsa ahirette karşılığını bulur; aksi takdirde karşılığını alamayacağı gibi, riya, gösteriş karıştırdığı için hesabını verecektir. Şimdi aklınıza şöyle bir soru gelebilir: - Esnaf daha sonra borçluya bunu haber vermez ve ayrıca ondan da alırsa? - Hayır!.. Böyle bir şeyin olması mümkün değil. TOPLUMUN DEĞERLERİ Olmamasının sebebi şu: Bir toplumda günlük hayatta geçerli olan değerler bir bütündür. Ayrıca, sağlam bağlarla bağlıdırlar birbirlerine. Böylesine iyi niyetli ve hassas bir toplumun içinden, öylesine nankör ve ahlâksız biri çıkmaz. Belki istisna kabilinden çıksa bile iflâh omaz; o toplumda barınamaz... Çünkü, hakim olan iyilikler, kötülükleri boğar. Şer sahibi, kötülükte ne kadar tecrübe sahibi olursa olsun, hiç ummadığı anda maskesi düşer... Hele yalnızca doğruluğun, dürüstlüğün, havadaki oksijen kadar yüreklere yaşama gücü verdiği o günlerde... Bunun için geçmişteki olayları değerlendirirken o günün şartlarını göz önünde tutmak gerekir. Yoksa varılan sonuç insanı yanıltır. Her sistem, bu sistemi kabullenmiş, canı gönülden sevmiş insanlar ile işler. Yaşayışı, değerleri çok farklı olan zamanımızın insanı ile bu yolu ihya etmek elbette mümkün değil... Fakat geçmişte böyle işlerin olduğunu bilebilmek, hatırlayabilmek ve unutmamak da elbette elimizde olup mümkündür... Bu da az bir şey değil...