Resûlullah Efendimizin zaman-ı şerîflerinden önce, Arabistan'a Anter adlı bir pehlivân gelmişti. Gürbüz pehlivân idi. Fahr-i âlemin zaman-ı şerîflerine gelinceye kadar böyle bir pehlivân gelmemişti. Bedi'üzzaman, Kâsım, âlemşâh gibi oğulları vardı. Bir gün Resûlullah Efendimizin huzurlarında Anterin erliğini ve dilâverliğini, boyunu-posunu ve yaptığı gazâları anlattılar. Emîr-ül mü'minîn Hazreti Ali orada hâzır idi. Anterin evsâfını işitince, Anter'e âşık oldu. Kalbinden geçirdi ki, ne olaydı Anter'i, silâhı ve atı ile görüp, konuşaydım. Resûl-i sakaleyn Efendimiz, nübüvvet nûru ile, kalbinden geçeni bilip, buyurdular ki: "Yâ Ali! Anter'i görmek istersen, falan dereye var. Yâ Anter, bana gel diye, çağır!" Hazreti Ali o dereye varıp, seslendi; "yâ Anter, beri gel!" O dereden ve etrâfında olan dağlardan ve düzlüklerden, birçok, hesapsız sesler geldi ki, "lebbeyk, lebbeyk [buyur] yâ Ali, hangimizi istersin", diyorlardı. Şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi. Gaybdan bir ses geldi ki: "Yâ Ali! Birçok Anter dünyaya gelip, toprak içinde yatarlar. Onu anası ve babası ismi ile çağır!" Tekrar Hazreti Ali "filan oğlu Anter" deyip, çağırınca, Anter bütün silâhlarını kuşanmış olarak, Allahü teâlânın emri ile, Hazreti Alî'nin huzur-ı şerîflerine gelip, selâm verdi. Ümm-i Ma'bed şöyle rivâyet eder: Fahr-i âlem Efendimiz bir gece benim çadırımda istirahat edip, uyuyordu. Uyandı ve su istedi. Mubârek ellerini yıkadı ve mazmaza etti. O suyu, çadırın bir tarafında bulunan bir diken dibine döktü. Sabah oldu. Gördük ki, o yerden bir ağaç yetişmiş. Büyük büyük yemişler vermişti. Kokusu anber kokusu gibi, tadı şeker gibi idi. Aç kimse yese doyar, susuz kimse yese kanardı. Hasta yese sıhhat bulurdu. Gamlı kimse yese, mesrûr olurdu. Yaprağını yiyen her koyun ve deve bol miktarda süt verirdi. Biz o ağacın adını "Şecere-i Mubâreke" koymuştuk. Etraftan hastalara şifâ için, meyvesinden almaya gelirlerdi. Bir gün seher vaktinde gördüm ki meyveleri dökülmüş, yaprakları küçük olmuş. Çok üzüldüm. O sırada Resûlullah Efendimizin vefât haberi geldi. O vak'adan otuz sene geçti. Bir gün yine sabah vaktinde dışarı çıktım. Baktım ki, o ağaç kökünden dallarına kadar her tarafı diken olup, yemişleri de dökülmüş. Sonra Aliyyül mürtedâ'nın şehâdeti ve bu dünyadan öbür âleme göçüşü haberi geldi. Artık meyve vermedi. Ama yapraklarından faydalanırdık. Bir gün o ağaç, dibinden kuruyup, belirsiz oldu. İmâm-ı Hazreti Hüseyin'in şehâdet haberini getirdiler.