Sosyolojinin ve tarih felsefesinin kurucusu sayılan İbni Haldun, üç cildlik Mukaddime'sinde Medeniyetlerin tıpkı bir canlı gibi doğup, büyüyüp ve belli bir süre sonra yok olacaklarını, hiçbir şeyin sonsuz olmadığını söyler. Sebepler aleminde sosyal kanunlara ne kadar uyulursa, bu kurumların o kadar kuvvetli ve etkili olacağını anlatır. Medeniyetler, devletler, şirketler insan merkezlidir. İnsan ne kadar iyi yetiştirilir, ne kadar iyi yönlendirilirse, başı boş bırakılmazsa içinde bulunduğu kuruma o kadar faydalı olur. Fakat, insanı uzun süre kontrol altında tutmak, yönlendirmek çok zordur. Çünkü, nefsi onu devamlı kötülüğe iter, devamlı kontrol altında kalmak istemez. Hele insanlar, rahata, rehavete alışmışlar, ihtiyaçsız hale gelmişlerse, bunları yönlendirmek, tam kapasiteli çalıştırmak artık mümkün olmaz. İnsanın maddi manevi en büyük düşmanı ihtiyaçsızlıktır. Çünkü, ihtiyaçsızlık azgınlığa sebep olur. İhtiyaçsızlıkla birlikte tatminsizlik başlar. İçki, uyuşturucu; her türlü akıl almaz aşırılıklar baş gösterir. Yüce kitabımız Kur'ân-ı kerimde, "İnsan, ihtiyaçsız olunca, elbette azar!" (Alak/6-7) buyurulmuştur. İşte medeniyetlerin en büyük tehlikesi bu ihtiyaçsızlık olmuştur. Bundan kurtulan yok gibidir, rahatlık her zaman yıkımla son bulmuştur. Bu kural herkes için geçerlidir, sadece Müslümanlar için geçerli değildir. Çünkü yaratılış olarak bütün insanlar aynıdır. Zamanımızın önde gelen sosyal bilimcisi Duane Elgin de tıpkı İbni Haldun gibi medeniyetleri, kurumları dört mevsim şeklinde ele alır. Voluntary Simplicity adlı kitabında bu mevsimlerin özelliklerini özetle şöyle izah eder: "Her mevsimde yaşanan temel özellikler ve gelişmeler ile bir medeniyetin tarih içindeki seyri arasında çok çarpıcı benzerlikler bulunur. Örneğin, henüz ömrünün ilkbaharını yaşayan bir medeniyette insanları maddî bağlardan çok manevî bağlar birleştirir. Din, dil, kültür, örf ve âdetler insanları birarada tutan yapıştırıcı unsurların başında yer alır. İnsanların geleceğe ait hedef ve amaçları aynıdır. Karşılaşılan zorlukları aşmada, ortak bir anlayış birliği vardır. Biri bir iş yaparkan herkes ona yardımcı olur, köstek değil, destek vardır. Faydalanma değil, faydalı olma esastır. Bu dönemde yönetim birimlerinde bürokrasi yoktur, sadelik vardır. Protokol değil samimiyet esastır. Görüşmelerde hayatın tabii akışı hakimdir. Üstünlük yarışı değil, tevazu yarışı vardır. Arkadaşını kendisine tercih vardır. Yaz döneminde ise her açıdan olgunluğun zirvesindedir. Sıkıntılar bitmiş, ihtiyaçsızlık hakimdir. Bu dönemde yönetim birimlerinde başgösteren kuralcılık ve bürokrasi, insanlardaki yenilik arzusunu köreltir. Zirvede olmanın sağladığı gelir artışı ve zenginlik, ihtiyaçsızlık insanlar arasındaki birlik ve bütünlüğü, yardımlaşma ve dayanışmayı giderek zayıflatır. Bencillik ruhu gelişir ve kişisel faydacılık öne çıkar. Yaz döneminde başlayan toplumsal çatlamalar, bencillikler sonbaharda hızını daha da arttırır. Samimiyetin yerini resmiyet alır. İdareciler bunun önüne geçmek için bürokratik kuralları artırırlar. Bu ise zaten azalan girişimcilik ruhunu iyice öldürür. İnsanlarda iyice güçlenen menfaatçilik ve mutluluğu, harcamada, tüketimde arama anlayışı zirve noktasına ulaşır. Gelir dağılımındaki uçurumlar ise barışı yok ettiğinden, insanlarda can ve mal güvenliği endişesi sürekli artar. İnsanlarda hakim olan hava ümitsizliktir. Herkes maddi payını artırma peşindedir. Kış döneminde ise artık herşey kontrolden çıkmıştır. Sosyal birlik ve bütünlükten geride hiçbir şey kalmamıştır. " Duane Elgin'in tespitlerine yarın da devam etmek istiyorum. Bu tespitlerden de anlaşıldığı gibi, medeniyetlerin varoluş sebebi, para değil, insan. İnsanın düşmanı ise, rahatlık ve ihtiyaçsızlık. Şu güzel dörtlük ile bugünkü yazımıza son verelim: Servet ile biz sanırdık ki, rahat artar/Rahat ile umardık ki, taat artar/Bulduk bir ehli tahkik sorduk, hakikatinden/Dedi: "Servetle gaflet, rahatla illet artar."