Adaleti ile meşhur Halife hazret-i Ömer, devlet başkanı iken, hanımı ile bir köye gider. Köylü kadınlar halifenin hanımına çeşitli hediyeler verirler. Eve geldikleri zaman, hazret-i Ömer, hanımına bunları nereden aldığını sorar. Hanımı da, "Gittiğimiz yerde bana hediye ettiler" diye cevap verir. Hazret-i Ömer de, "Ben halife olmasaydım, sana bu hediyeler verilir miydi? Eskiden sana niçin hediye vermiyorlardı?" diyerek verilen hediyeleri beytülmala, yani hazineye verir. Son Osmanlı halifesi Sultan Vahideddin Han da, yurt dışına çıkarken, yakınları, "Efendim, gittiğimiz yerde, sıkıntıya düşebiliriz. Topkapı Sarayı'ndaki, kıymetli taşlardan, elmaslardan, mücevherlerden birkaç tanesini yanımıza alsak? Malumunuz, bunlar sizin öz malınız. Dedelerinizden kalmadır. Bunları harcamada kimseden izin almanız gerekmez" dediler. Sultan Vahideddin Han bunlara şu tarihi cevabı verdi: "Evet, bunları götürmem için kimseden izin almam gerekmez. Ancak bunlar, milletimin malıdır. Dedelerim, eğer bu milletin sultanı olmasaydı, bu hediyeler gelir miydi? Ben millet malına hainlik edemem!" İşte, İslam büyüklerimiz, ecdadımız, devlet malına, millet malına böyle titiz davrandılar. Bu inanç ve yaşayıştaki insanların, vatanına, milletine zarar vermesi mümkün mü? Ahlaki çöküntünün işareti olan gayri meşru kazanç, tamamen bir vicdan işidir. Bu da ancak vicdana hitap etmekle önlenebilir. Milletin felaketine sebep olan hastalıklardan kurtulmak, ancak islâm ahlâkına sahip olmakla mümkündür. Çünkü güzel ahlak sahibi bir Müslüman, haksızlık etmediği gibi, haksızlığa da râzı olmaz. Onda Allah korkusu bulunduğu için, haksız kazanca, vâsıta bile olmaktan, arslandan, yılandan kaçar gibi kaçar. Bu bakımdan çocuklarımızı, gençlerimizi ahlâk sahibi olarak yetiştirmek, millet olarak başta gelen vazifelerimizden biridir. İnsanı insan yapan İslâm ahlâkıdır Yaptığı işin, dinimizce haram olduğunu ve haramın da ne demek olduğunu bilen kimse, bu haramı işleyemez. Dünyada, bu işi gizli olarak yapsa bile, âhirette bunun mutlaka hesabını vereceğini bilen bir kimse bu kötü fiili ve diğer kötü işleri işleyemez. Ayrıca, dünyada da bu haksız kazançtan fayda göremeyeceğinin, fazlasıyla kendisinden bu malın çıkacağının idrakindedir. Ağlayanın malı, gülene hayretmez. Herkesin başına yirmi dört saat polis dikmek mümkün değildir. Dikilmiş olsa bile neticede o da insandır, onu kandırmak, ortak etmek zor değildir. Bunun için, insanın başına polis dikip zapturapt altına almaktan ziyade, kişinin vicdanını zapturapt altına almak lazımdır. Bu da ancak imanla, din ile olur. Kişinin imanı ne kadar kuvvetli ise, dinin emirlerine uyması da o nisbette kolay olur. Kısacası, dinini bilen, islâm ahlâkı ile ahlâklanan kimse, hiçbir kötü fiili yapmaz, yapamaz. İnançsız kimseye, rüşvet olarak iki milyon lira da verseniz alır ve gayri meşru bir işinizi yapar. Fakat, inançlı kimselere milyarlar verseniz, yine almaz. Neticede, rüşvet gibi gayri meşru kazançlar, bir milleti ma'nen ve maddeten çökerten illetlerdir. Rüşvetin, haksız kazancın çoğalması, yaygınlaşması aynı zamanda Kıyâmet alâmetlerindendir. Peygamber efendimiz, Kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki: "Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir. Adam öldürmek çoğalır. Gençler ana-babasını, hısım akrabasını aramaz, saymaz olur. Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile, güzel okuyanları, dîne uyan hafızları dinlemeyip, mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler."