İki üç asır önce İstanbul'da veya Osmanlının herhangi bir şehrinde yaşayan ecdadımız mezarından kalkasa, bizlerin yaşayışını; zarafetten, nezaketten insanlıktan uzak perişan halimizi görse buraların kendi ülkesi olduğuna inanması mümkün değildir. Gerçekten de, Osmanlılar, gönüllerini süsleyen İslam ahlâkının zarâfet ve nezâket nümuneleriyle dolu bir hayat yaşamışlardır. Dolayısıyla Avrupa'da insanlar âdetâ kralların eli altında esir muâmelesine tâbî tutularak çok ağır şartlarda yaşarken, Osmanlılarda Müslüman olmayan halk bile, devletin koruması altında gayet huzurlu bir ömür sürmekteydi. Osmanlının bu kadar merhametli, şefkatli olmasının esas kaynağı İslamiyetti. Herkese karşı gösterdiği iyilik ve insâniyeti, gayr-i müslimler, kendi dindaşlarından bile göremezlerdi. Osmanlıların bu hallerini Hıristiyan araştırmacı seyyahlardan dinleyelim: L. H. Delamarre:"İstanbul civarındaki gezintilerimde ben hep bu milletin lutufkârlığına misâfirperverliğine şâhid oldum. Rast geldiğim hangi Türke yol sorsam, hemen bana rehberlikte bulunuyor, yiyecek ve içecek şeyler hususunda elinden geleni esirgemiyordu. Onların bütün davranışlarında mükemmel bir insaniyet ve kibârlık göze çarpıyordu." Dr. A. Brayer:"Osmanlılar'da öyle bir ruh vardır ki, bu sayede onlar, her Allah misâfirine mukaddes bir nîmet nazarıyla bakarlar. Ev sâhibi, misâfirine evinin en güzel odasını tahsîs ederek her hizmetini canla başla yapar. Hattâ misâfiri hastalandığı zaman hekîme götürür parasını dahî verir. Zîrâ misâfire masraf yaptırmayı ayıp saymaktadırlar. Misâfir, evden ayrılırken de orada kalmak suretiyle gösterdiği lutufkârlığın bir minnet ve şükran hâtırası olarak ev sahibinden kendisine birkaç hediye de takdîm edilir." Osmanlılar, koğuculuk, iftirâ, karalama, küfür, kin, garaz, kumar, intihar, düello ve cinâyet gibi her türlü fenâlıklardan son derece kaçınıp korunmaya çalışmışlardır. Öyle ki dıştan bakanlar, onların bu fenâlıkları âdetâ bilmediklerine hükmetmişlerdir. Bu hali Du Loir,şöyle ifade eder: "Türkler herhangi bir intikâm hissi beslemekten son derece çekinirler: Dinlerinin bu hususa âid bir hükmü mucibince, Cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini âdetâ îlân etmek durumundadırlar. Aksi halde, namazlarının makbul olmayacağına inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü de onlar için umumî bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında musâfaha ederler ve küçükler büyüğünün elini öptükten sonra ellerini başlarına götürüp 'Bayramın mübârek olsun!' derler." "Küfürbazlık; öfke ve intikâm hissinin müşterek mahsulü olduğu gibi, kumarbazlığın da tabiî bir neticesidir. Bu, Hıristiyan memleketlerinde pek yaygın bir şekilde ve tamamıyla mevcuddur. Ancak Osmanlıların sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı da, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız 'Vallâhi' şeklinde Allâh'a yemin ederler." Nitekim o devre şâhid olan yaşlı kimseler bilirler ki, bir şahsın kendisini kızdıran bir meselede muhâtabı için kullandığı cümleler: "Lâ havle..."veya; "Hay Allâh derdini alsın!""Fesübhanallâh!""Hasbünallâhü ve ni'mel-vekîl!" "Yâ sabır!" gibi güzel ve telkîn edici ifâdelerden ibarettir. Dergahlarda da duvarlara asılı levhalarda tesellî ve sabır için söylenen: "Bu da geçer yâ hu","Vazgeç yâ hu!"ve "Hoş gör yâ hu!" gibi sözler meşhurdur. Bugün ise, bu güzel, teselli edici, rahatlatıcı sözlerin yerini, "Allah belanı versin", "Allah kahretsin", "Lanet olasıca" ... gibi sözler aldı. Nereden nereye!