Eskiden; dara, yokluğa ve muhtaç olma ihtimaline karşı insanlar dua ederdi; -Yarabbi bizi namerde muhtaç etme! Bu ihtimalin acısını yaşamayanlar tarif edemeyebilir... Yani; tok açın halinden anlamadığı gibi... Çocukluğumdan beri duyduğum bu duayı daima ederim; -Yarabbi, beni namerde muhtaç etme! diye... Zaman gelip geçti... Şehirler büyüdükçe büyüdü... İnsanlar kalabalıklaştı... Gökdelenler dikildi.. 'Kim kime dum duma' dönemleri başladı... Ne dost canlısı insanların kalleşlikleri ile karşılaşınca ettiğim duaya bir kelime daha ekledim; -Yarabbi, beni ne namerde ne de merte muhtaç etme! * 'Vur patlasın çal oynasın', komşunun ölüsü olsa bile, devirleri gelip çatınca, 'bana değmeyen yılan bin yaşasın' anlayışı sokaklarda kol gezince, hayat ferdi yaşanmaya başlandı. Kim namerd, kim mert bilinmedi... Ne namertler mert, ne mertler namert çıktı. Yılların dostluğunu bir kalemde silip atanlar, suyun öte yakasına geçince, içinde yıllardan beri biriktirdiği kini de bir gecede kustu. Nasıl gizlenebildiler? Ve nasıl, kendilerini ifşa etmeden, saklanabildiler... Âdeta Alman istihbarat örgütünün 'uyuyan ajanları' gibi... * Rahmetli dedem derdi ki; -Uçurumu gördüğünde kuş, suyu gördüğünde balık olanla yola asla çıkma... Dedemin namerd tarifini yeni anlayabiliyorum... * Bu düşüncelerle kafamı yastığa koydum ve tüm kalleşlikleri, namerdlikleri unutmaya karar verdim... Bütün umutlarımı doğacak yeni bir güne sakladım... Ve duamı tekrarladım; -Yarabbi, ne namerde ne de merte muhtaç etme beni! diye... Başucumdaki radyoda çalan bir türkünün sözleri aslında anlatıyordu yaşanan kalleşliklerin tüm öyküsünü; -Yaşanılası dünyanın Ne tadı ne tuzu kaldı Ömür denen şu zamanın Çoğu gitti azı kaldı... Bizden geçinen kalleşler Döner geri bizi taşlar Sıvıştı yaren yoldaşlar Ne sözü ne özü kaldı... * Kalmadı artık yalancı dünyanın merdi... Yiğidi... Her şeyin artık 'azı' ve 'azgını' kaldı...