Anadolu'nun kentlerinde güneş, gökyüzünü erkenden terk eder, âdeta başını alıp giderdi... Meçhul kalabalıklara hiç mi hiç sahip olmazdı... Yüzler birbirini tanır, selamlardı... Kentler, meçhul kalabalıklara hiç mi hiç yenik düşmezdi... Karanlığın kente çökmesiyle insanlar, karıncalar misali usulca evlerine çekilirdi... Sokaklarda devriyeler yerine sükunet kol gezerdi... Bir başka kentlerdeki insanlar buralara, sanki "bir tatlı huzur almaya" gelirlerdi, bir zamanlar... * Vaktinde göç eden siyah-beyaz leylekler, ağaçlar yapraklarını döker dökmez 'turnalar' türküsünü söyler giderlerdi... Rüzgâr alabildiğine delice eserdi... Güneş başını alıp gidince sokak ortasında çocuklar üşürlerdi yine de aldırış etmezlerdi. Çocuk gövdeleriyle direnirlerdi... Kışın geleceği anlaşılırdı... Kar yağacaktı... Evlerde sobalar yanacaktı... Ve sobanın etrafında çocuklar toplanıp, onlara kış masalları anlatılacaktı... Bir başka kentlerden gelen çocuklar, sanki 'bir kış masalı' dinlemeye gelirlerdi, bir zamanlar... * Aradan yıllar geldi geçti... Sis düşmüş gibiydi kentlere, nedeni bir bilinmezdi... Kentler belirsiz karanlıklara sığınmış gibiydi... Yüzler birbirini tanımıyor, selamlaşmıyorlardı eskiden olduğu gibi... Kentler, meçhul kalabalıklara teslim olmuş gibiydi. Sokaklarda devriyeler kol geziyordu... Kar yağıyordu geceyarısında kentlerin bağrına... Her evde yanık bir yürek vardı... Bir ağıt yakan... Bir beddua eden... Ne 'bir tatlı huzur almaya' ne de 'bir kış masalı' dinlemeye gelinen o eski kentler değil gibiydi.. Sokak başındaki direğin ışıkları yanmıyor, kar beyaz değil, kirli bir gri gibi lapa lapa kentlerin üzerine yağıyordu... Belirsizliğe teslim olunmuş, âdeta herkes beklemeye koyulmuştu... Yaşlı adam sobanın kenarında oturmuştu ve söyleniyordu; - Bu kara kış masalsız zor geçecek galiba...