Susmak ve beklemek eskiden beri sabrın tarifiydi... Sabırsızlık felaketti... Artık eski tariflerin hiçbiri geçerli değildi... Değişim masalları duygulara kadar girdi... Eşya, sistem, kişiler değişirdi, mana değil... Eskiden; dağların ya efendisi olurdu, ya da efesi... Bir de şakisi... Hiç eksilmezdi dağlarda varlığı... Lakin kaçak döğüşürdü, pusu kurardı ya efendisine, ya da efesine... Davalar da böyleydi... Eskiden, davaların ya efendisi olurdu, ya efesi... Bir de şakisi... Yani eşkıyası... Ve bir de hizmetçisi... Bir gülün ya dikeni olurdu, ya da yaprağı... Ya da içten içe yiyen kurdu... Şimdilerde ise insan gittikçe şakileşiyordu... Ne efendisi, ne de efesi kimse olamıyordu... Dağların ve bu davanın efendisine yüreğini teslim etmiş efeler, gün geldi nefer, gün geldi hizmetçi oldu... Gün geldi hepsi anlamsız oldu... Yine de, şakisi, eşkıyası, ya da şeytanı olmadılar hiç... * Denizlere kar yağıyordu, bir tepenin efendisi bu kentin bir tepesini terk ederken... O, bir sabah erkenden bir tepenin efendisinin başucunda ağlıyordu... Dualar ediyordu... Yorgundu... Vurulmuştu... Ne dağların, ne de davaların saltanatına talip değildi... Çilesini boynunda bir darağacı ilmiği gibi taşımaktaydı... Artık eceli gelen bir kedi gibi uzaklaşmak istiyordu... Islak bir banka oturmuş denizin gri suları üzerinde köpüklerini saçarak ilerleyen, bütün öfkesiyle kayalara vuran dalgaları seyrederken bir yandan üşüyor, bir yandan kendiyle muhasebeleşiyordu ve diğer yandan yangın yerine dönen yüreğindeki ateşi söndürmeye çalışıyordu. Koca bir kentin sokakları gibi yalnız kalışına belki de ilk defa ağlıyordu... 'Kurşun gibi havanın ağırlaştığı' dakikalarda kendine birileri sanki çok uzaklardan sesleniyordu; - Sen fırına sürülmüş bir odunsun ve daha çok yanacaksın! Bir küle dönene dek yanacaksın... Kimse, odunun feryadını duymuyordu... * O ise, 'itibar ettikleriniz size itibar etmiyorsa orada durmayın' diyen bir tepenin efendisinin sözlerini hatırlıyor ve büyük bir çelişkinin ortasında kalarak kendine belki bir daha aynı soruyu soruyordu; - Gitmek mi, kalmak mı... Ya da ölmek mi? Ne giderken kimsenin ardından 'hain' ne de gittikten sonra başladığı yere yeniden dönerken 'yuvaya döndü' diye tarif edilen bir fareden biri olmak ve hatırlanmak istemiyordu... Velhasıl eskiden itibarı, kişiliği, davayı ve dağları korumak kolaydı... Şimdi ise koca bir dağı saklamak kadar zorlaştı... Aklında o bir tepenin efendisinin sözleri çınlıyordu; -Hayat, bazan hangi köprüyü yıkıp hangisinden geçeceğine dair tercihlerle karşı karşıya bırakabilir sizi. Ya da geçmekte olduğunuz köprüden atmak isteyebilirler... Sen yıkılana ve atılana dek bekle ve sus... O gün bugündür susuyor ve bekliyordu...