Eski zamanlarda yaşamlar ve yaşananlar; duyulmasın ve duyurulmasın üzerine inşa edilirdi. Artık yaşamlara ve yaşananlara dair duyduklarımız karşısında hayal denizimizde acı ve kahır yükü taşıyan gemi her gün geldi ve gecenin bir yarısında çöktü içimizdeki denizlere ve oturdu yüreğimizdeki karaya. Şair Ahmed Arif düştü aklıma; "Sus, kimseler duymasın. Duymasın ölürüm ha." Yani, sözün gümüş sükutun altın olduğu zamanlarda günahı ve hataları başkalarına duyurmak daha büyük günah ve edebsizlik sayılırdı. Ölmemek için herkes sus ve pus içindeydi. *** Hikayedir, eskiden bir hükümdar varmış. Günün birinde ülkesinin en başarılı heykeltıraşını huzura çağırır ve der ki: "Üç tane altından küçük heykel yapacaksın. Bu üçünün arasında küçük farklılıklar olacak ama bunu ikimizden başka kimse bilmeyecek!" Heykeller hazırlanır komşu ülkenin hükümdarına gönderilir. Elçi, hükümdara doğum günü için heykelleri takdim ettikten sonra, elindeki mektubu uzatır. Hükümdar heyecanla mektubu açar ve şu satırları okur: "Bu üç altın heykelle doğduğun günü kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin aynısı gibi gözükse de içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulursan bana da haber ver!" Hükümdar, sarayın bütün bilginlerini çağırtır. Önce, hepsini tarttırır. Gramları aynıdır. Akşama kadar bütün bilginler ikisinden daha değerli olan heykeli bulamazlar. Ülkenin her tarafına tellallar çıkartılır ve halka ilan edilir vaziyet. Aylar geçer, yıllar geçer. Sırrı kimse çözemez. Veziri, hükümdarın huzuruna çıkar: "Hükümdarım, sizin çok sevdiğiniz bir genç vardı. O , size sürekli doğru bildiklerini söylerdi. Bu doğrular yüzünden size yalan söyleyenler zarar görürdü. Bir kişinin doğrusu, bin yalancının zarara uğraması ile o gencin bu sarayda bin düşmanı oldu. O, şimdi emriniz üzere zindanda. Bu üç heykelin sırrını çözeceğine dair haber göndermiş." Hükümdar gencin huzura getirilmesini ister. Genç huzura alınır, bütün bilginlerle birlikte hükümdar gencin farkı nasıl bulacağını merakla beklemeye başlar. Gencin elleri ve ayakları prangalıdır. Bitap bir haldedir. Üç heykeli inceler ve sonunda bir tel ister. Teli, birinci heykelin kulağından sokar ve tel heykelin ağzından çıkar. Teli, ikinci heykelin kulağına sokar öbür kulağından çıkar. Teli, üçüncü heykelin kulağından sokar ama tel hiçbir yerden çıkmaz. Genç, heykeli kırar ve bakar ki tel heykelin içindeki kalbe giriyor. Hükümdar kızar: "Heykeli kırdın. Bir fark da bulamadın." Genç der ki: "Hükümdarım üç heykelin üç anlamı vardır. Bir, kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. İki, bir kulağından gireni diğer kulağından çıkartan da makbul değildir. Üç, en değerli insan kulağından gireni yüreğine gömen insandır. Bu üçüncüsünü diğer ikisinden farklı kılan sır budur." Hükümdar inanır ve bu sırrı ve farkı bir mektupla komşu ülkenin hükümdarına gönderir ve genci de af eder. Hükümdar gence sorar: "Nasıl anladın?" Genç: "Beni attığınız zindanın duvarında gülen bir adamın resmi vardı. O'na baktıkça dost oldum. Önceleri ben konuştum o dinledi. İsyan ettim o sabretti. Yıllar böyle gelip geçti, ben ağladım o gülmekteydi. Ne yaptıysam o değişmedi. Sonunda ben zarar ettim o kâr etti. Ben pişman oldum. Ve anladım ki, mesele size her doğruyu sözle söylemek marifet değilmiş. Yani söz gümüş ise sükut altınmış." Hükümdar, bu sözler karşısında gence; "Al bu üç altın heykel senin olsun" demiş. *** Ya günümüzde? Karın Deşen Jack gibi insanlarımızın elinde kazma-kürek sabahtan akşama kadar günah kuyusunda yaşamı ve yaşananları kazıp durmakta. Artık herkes duvarlarında duran resimdeki adama bakıp alay edercesine; "Hani sükut altın, söz gümüştü?" diyerek, konuşarak kazandıklarını ve kazananların hikayelerini anlattılar. *** Zamanın büyüklerinden nasihat isteyenlere denilmiş ki: "Sükutumuzdan bir şey anlamayanlar sözümüzden ne anlar ki!" Ve bugün duvardaki adamlar yine suskun. Duvarın karşısındakiler yine konuşuyor... Susmanın altın olduğunu anlayana dek. Şair Arif'in dört yanı gibi puşt zulası olmuştu dört yanı başındaki duvarlar. 'Dost yüzlü'ydü ve 'Dost gülücüklüler'di. 'Cigaramdan yanar'lardı ve 'Alnım öperler' her gece yarısında. Sular gibi çekilip gittiler bu şehrin sokaklarından ve çekildiler yataklarına, suskunlar. Gülmekteydi duvardaki adam. Sağırdı gece. Pusudaydı karanlık. Ve lal'dı duvardaki adama âşıklar. Saldırıp da büyüyenler devrinde suskunlar tanıyıp da, sarılıp da büyüdüler. Sahi duvarınızda hangi gülen adamın resmi var?