Ekonomik krizler, mevsimlere sanki daha başka, daha anlaşılması gereken anlam yüklüyordu... Ayrılıklar sonrasında hüzne boğulan bir adamın terk edilmişliğine benziyordu... Sokaklar, aldatılan bir adam gibi sessizdi... Çocukların yüzlerinde çekmedikleri çilenin sanki çizgileri belirginleşmişti... Bir savaşın ardından kentler harap edilmiş gibi, sanki caddelerde yalnızlık zaptiyeleri devriye geziyordu.. Yoksulluğun feryadı, kara dumanlar gibi bacalardan gökyüzüne doğru tütüyor ve yükseliyordu... Yere, göğe sığdırılamayan bir adam daha tahta bir tabuta konulmuş, beyaz bir kefene sarılmış iki metrede derinlikten ibaret mezarına götürülüyordu. Sevda, umut ve beklemenin tedirginliği ile geçen bir ömür daha, kentin izbe bir sokağında, 'serin serviler altında' habersizce bitiyordu... * Para krizlerinde birileri daima kaybediyor, birileri de kazanmaya devam ediyordu... Kazanma umuduyla yaşayan, çaba sarf eden, merde ve namerde muhtaç olmamak için geceyi gündüze katanlar neden hep kaybediyordu? Her şeyi satın alan paraya yiğitler neden yenik düşüyordu. Biliniyor muydu? Ağlayarak kaybedenlerin kazancı, gülerek kazananların cebinde olduğu... Sözde aynı ülkeydi... Aynı kent... Ve sözde herkes aynı ateşin ortasındaydı. Neden birileri yanmakta, ağlamaktaydı ama birileri de gülmekteydi? * Kriz öncesi günler, ilkbahara ne de çok benziyordu... Çiçek açan leylakların, erguvanların, oya ağaçlarının altında bir sevda defterine ait sayfalar usulca açılıyordu... Aylar sonra o yapraklar dökülüyor ve bazıları kızıl rengine bürünüyor, kuruyor, yerlere dökülüyor, yağmuår çiseliyor, kar yağıyor, gül ağaçları budanıyordu... Sonbahar bir kriz gibi gelip kentlerin üzerine çöküyordu... Kuşlar, uzak diyarlara göç ediyordu... Her şey, sanki her şey sona eriyordu... Birileri gülüp, birileri ağlarken, bir aşk daha bitiyordu... * Kriz sonrası, ayrılıklara ne de çok benziyordu... Göl kıyısında kış akşamlarında yakılan çıraların ışıkları durgun sulara vurduğu gibi, vuruyordu lambaları yanmayan evlere... Çıraların alevi bir ateş dağı gibi kaybedenlerin yüreğinde yanıyordu. Karlar sulara ve sokaklara yağıyordu... Islanıyordu fukaraların elleri... Üşüyordu çocukların gözleri... Hazar Baba Dağı'nın eteklerinde, fırtınalar esiyordu... Bir ses geliyordu, uzaklardan... Bir feryadın ağıdıydı... Uzak diyar Kerkük'ün zindanlarında yükselen ağıt gibiydi; "Uyanmaz... Uyandırsam uyanmaz... Her ikimiz bir ataşta... Ben yanarım o yanmaz..." Nedendi? Birlik ve beraberlik bir masaldan mı ibaretti? Ve sözde miydi? Günümüz aşkları gibi...