Eski bir hikâyedir bu, öyle kolay değil, kırk yıllık bir hikâyeyi iki satıra sığdırabilmek, Enver Abiyi anlatmak, tarif edebilmek zor bir iş... "Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın" sözündeki gerçekten yola çıkarsak, mesele ıslanmakta değil, niçin ıslandığımızdaydı... Bazan bir kapıyı çalarken başlar hayat... Bazan bir kapıdan çıkıp giderken... Mesele, kimin kapısının çalındığı ya da kimin kapısından çıkıp nereye gidildiği gerçeğiydi... 80'li yıllardı ve Eylül'dü... On yedi yaşında İstanbul'da sonbaharın hüznüyle ilk defa tanıştığımda bir rüzgâr esiyordu...Ve yalnızlık, yüreğimi üşütüyordu... O günden beri sanki rüzgârla arkadaş olmuştuk... Ha durdu, ha duracak beklentisiyle geçip gitti bir ömrün yarısı... Kente ilk geldiğim gün tanıdık adreslerin kapılarını çaldığımda insan çoktu ama adam yoktu... Hayallerinin peşi sıra dörtnala giden atlar gibi herkes bir şey olabilmek için koşturuyordu... Ekmek derdi bıraksaydı insanların yakasını, belki de her insan, bir davanın adamı olabilme yolunda yürüyecekti... Lakin; koca şehrin acımasızlığı ve telaşı içerisinde ekmek derdine yenik düşmeden direnen adam sayısı bir elin parmakları kadar azdı... Mesele; bu koca kentte bir şey olmak değildi... Bir hiç olduğunu kabullenmekteydi! * Hayatta iken 'bir şey olabilme' savaşı verenlerin öldükten sonra 'yok' olduklarına, yaşarken 'kendini unutma' mücadelesini başarabilenlerin ise öldükten sonra 'var' olduğuna şahit olduk... Pencerenin kırık çerçevesi önünde oturup rüzgârın sokaklarda biriken gazel yapraklarını süpürdüğü o günleri dün gibi hatırlıyorum.. Sabaha kadar kuru sandalye üzerinde çalıştığım, bir eski paltoyu battaniye gibi üstüme atıp günlerce yatıp kalktığım, bir simit ve çayla güne başladığım, yokuşlarını tırmanırken yağmurlarında ıslandığım, Fatih'ten Cağaloğlu'ndaki gazete binasına kadar yaz-kış demeden kırk beş dakikada yürüdüğüm, aç kaldığım, üşüdüğüm nice günler geçirdik... Lakin, yine de; 'gençliğim eyvah!' demedik... Çünkü; Enver Abiyi tanımıştık... Asıl çileyi kendisi çekmekteydi... Neşesini yüzünde, kederini ve gözyaşını içinde taşıyan Enver Abiyi bir patron olarak değil, bir 'Abi' gibi sevdik... Bu yüzden ilk günden beri tüm beklentileri sıfıra indirgemiş bir adam olmayı kalben kabul ettik... Yalnız sevgisine ve duasına taliptik... * Mevsimlerin kavşaklarından koşup dururken, her acının ardından gelecek küçük bir gülümseyişi dört gözle bekledik... Hayalleri başka bir bahara erteleyip dururken, geriye dönüp baktık ki, yirmi yedi yıl geçip gitmiş... Bir dağın dergâhında ve ebediyete giden bir yolun eşiğindeydik... Hiç kimsenin gücünden, parasından, makamından ne korktuk, ne de boyun eğdik.. Yalnız, Allah'tan ve Enver Abiyi üzmekten çok korktuk... Başarabildik mi, bilmiyorum... Dedik ya, eski bir hikâyedir bu... Elbette bizler de eskiyecektik... Mesele, niçin eskidiğimizdeydi!