Bugün söylediğimiz yalanın telafisini yarınlara öteler dururuz... Bir daha yalan söylemeyeceğimize dair bilinmeyen tarihlere 'randevu' veririz... Randevunun tarihini de bir tek kendimize söyleriz. Ne zaman yalan söylediğimizi kimselerin bilmediğini zannederiz... Rahmetli dedem derdi ki; -Vadeli yalan asla söylemeyin, vadesiz olanı da yok zaten... *** 'Geciken adalet, adalet değildir' sözünü söylemekle adaleti tesis edebildik mi? Peki geciken merhamet, merhamet midir? Ya geciken dürüstlük, dürüstlük müdür? Geciken pişmanlıklarımız, pişmanlığımızdan mı yoksa sıkıştığımızdan ve çaresizliğimizden midir? Kaç vicdansız, vicdansızlığının farkına vardığı için azap çekti? Geceleri kâbus görünce ertesi sabah haksızlık ettiği, batırdığı ve perişan ettiği insanlardan ve kurumlardan bugüne kadar kim özür diledi? Kaç katil vicdanı sızladığından dolayı öldürdüğü insanın kabri başında kendini cezalandırdı? Kaç katil, hırsız, yalancı, dolandırıcı, düzenbaz, hilekâr, hain, ikiyüzlü, tetikçi ve daha nice suçlu vicdan azabı duyarak pişman oldu ve meydanlara çıkıp 'deliler' gibi bağırdı; -Ben bir alçağım! *** Hatalarımızı savunduk... Sevabı, merhameti, adaleti hep yarınlara erteledik. Ta ki; O, kulağıma bir gün; -Tehir edenler helak olmuştur! diyene kadar erteleyenlerin daha kazançlı olduğunu sanırdım. Artık kendini görmeyen gözlerimizden yaşlar ne zaman akacak? Yoksa Einstein'ın 'Sevgili sonraki kuşağına' bıraktığı mesajındaki cehennemde mi buluşacağız? Ateşten gömleği giyen şeytanların izinden gitmek istemiyorsak, daha adil, daha barışçı, daha mantıklı olmayı gelin yarınlara tehir etmeyelim... Aksi halde dünya cehennemden daha beter bir yer olacak! Rahmetli Tarık Buğra'nın dediği gibi: "Yarın diye bir şey yoktur..."