Küçük bir şehir ama sonuçta bir ülke. Kendi halinde gibi gözüken bu ülkenin tarihi seyrini anlatmayacağım. Pırıl pırıl caddeler ve yemyeşil parklar. Avrupa'nın tüm kentleri yeşil örtüye bürülü. Lakin, yeşili yağmurlara, yani iklime borçlu. Pazar günleri tüm mağazalar kapalı. Sadece restaurantlar açık... Bir de kiliseler... *** Bir kilisenin önünden geçerken bir tören kıtasının durduğunu gördük. Kilisenin çanları başladı çalmaya. Kalabalık bir grup çıktı kiliseden. Ve askeri birliğin başındaki komutan; -Dikkat! komutunu çekti. Bir adam eşi ile birlikte askeri kıtayı selamladı ve ardında tek bir koruma polisi ile yürümüye başladı. Az ötede önünde bayraklı malikaneye girdi. Kim olduğunu sorduğumuzda bize Lüksemburg Dük'ü Henri Albert Gabriel ve yanındakinin de eşi olduğunu belirttiler. Meğerse Dük eşi ile her Pazar kiliseye gidermiş... Küba asıllı eşi Maria Terasa Mestre ile evlenen Lüksemburg Dük'ü Gabriel 14 Şubat 1981 yılında evlendiklerini ve beş çocuklarının olduğunu öğrendiğimizde daha da çok şaşırdık... Aile koruma planlarımız aklıma geldi. Ve batıdaki ailelere verilen çocuk yardımı... *** Avrupa Birliği Konseyi içerisinde yaklaşık 200 gazeteci ile bir salondayız. Tüm televizyonlar yan yana yayın yapmakta. Bizim yanıbaşımızda ise herkesin gördüğü ama kimsenin ne hikmetse yazmadığı, çizmediği ve belki de normal karşıladıkları bir kanal yayın yapmaktaydı. Ve ne gariptir ki bu kanal akredite edilmişti. Bu kanal Türkiye'de aranan bir kanaldı. Adı Roj TV... Danimarka'dan yayın yapan eski adı ile Med TV. Yani PKK'nın televizyonu. Yanıbaşımızda Kürtçe yayın yapıyordu. Kim ne adına akredite etmişti. Acaba biz ev sahipliği yaptığımız böylesine bir toplantıda, ki direkt bizi ilgilendiren bir toplantıda, terör örgütüne ait bir televizyonun akredite edilmesi acaba tesadüf müdür? Ya da kasıt mıdır? Yoksa 'hazmetme' maddesi bununla mı ilgiliydi? Nitekim de bizim gazeteciler hazmetmişlerdi. Ki kimse görmedi bile. *** İçeride toplantılar başlar başlamaz, dünyanın en büyük haber merkezi olan gazeteci ve televizyoncularla aynı salondaydık. Ne gariptir ki bir çoğu aynı salonda ilk defa karşılaşıyor ve tanışıyorlardı. Bizim medya böyle bir sektör işte. Herkes herkesi isim olarak tanıyor... Dostlukların saman alevi gibi yaşandığı bu sektör, insanlara nasıl dostluğu anlatabilir ki? *** Biri balon uçuruyor salonda; -Abdullah Gül geliyor diyerek. Bütün televizyonlar son dakika giriyor. Ardından Ankara'da Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki basın toplantısı düzenleyerek olayı yalanlıyor. Gazeteciler ise yarım saat sonra yeniden bir başka balon uçuruyor; -Çerçeve belgesi krizi aşılamadı! İstanbul'dan haberler gelmeye başlıyor... -Borsa düşüyor! diye. Kısaca kim ne yaptığını bilmeden, herkes herkesi dinliyor herkes yayında farklı bir şey anlatıyor. Klasik anlatımlar... Bilinen sözler... Gören sanır ki, içerideki 25 ülkenin Dışişleri Bakanı bizim gazetecilerle oturup toplantı yapmış(!)... Oysa hepimiz aynı salonda aynı derecede bilgilendirilmekteyiz... Farklı olabilmek ve fark atabilmek uğruna neler yapılmadı ki o salonda... Keşke duvarların dili olsa da konuşabilse... Bir bardak suda fırtına kopartanlar, kriz olunca ayrı, kriz bitince çok ayrı yorum yapanların tümü sanki özellikle seçilip aynı salona yerleştirilmiş... Asıl Çerçeve krizi basın salonunda yaşanmaktaydı! *** Salona gelen son dakika haberi ile iki gün boyunca sabahlara kadar süren tedirgin bekleyiş sona ermişti, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün uçağının hareket etmesiyle... Kriz bitmişti... Salonu terk eden gazetecilerden biri yanındakine yarı şakayla; -Kriz yok mu yani! İnanamıyorum ya...Ben hâlâ bir son dakika krizi bekliyorum! diyordu... Çünkü krizleri, kötülükleri, dedikoduları, felaket senaryolarını büyütüp sayfalarına yerleştirenlerin Çerçeve Belgesi yıllarca böyle gelmiş böyle gidiyor işte... İyilikler, güzelliklerin haber dahi olarak görülmediği bir ülkede AB standartlarına göre bakalım nasıl gazetecilik yapılacak...