Bir gece daha hükmünü yitiriyordu... Günler tükeniyor, tüketiliyordu... Kentin batakhanelerinde buluşan kalabalıklar dört nala at koşturan süvariler gibi günahtan günaha koşturuyordu... Ama ölüm unutuluyordu... Küçük bir merhamete sığınmak varken, basit bir arzuyu düşleyerek kentin izbe sokak aralarında akıl almaz cinayetler işleniyordu... Öldürenler, ölmeyi unutuyordu... Bir seccade küçük odanın bir köşesinde serili duruyor ve doksan dokuzluk bir tesbih çekilmeyi bekliyordu... Gece tüketilmiş, güneş usulca doğmuş, kalabalıklar ise ölümün kardeşi uykunun kollarında zaafiyetlerine teslim oluyordu... Uyuyanlar, uyanacaklarını unutuyordu... Ve ölüm unutuluyordu... * Ve Mektubat... Ortasından açılmış, bir derin mevzu daha yarım bırakılmıştı... Bir hançer daha akıp giden zamana saplanıyordu... Gizlice... Umarsızca... Ve tutarsızca... Musalla taşında bir tabut duruyordu... Bir adam daha baharı bırakıp da gidiyordu... Avluda çığlık atan martıların kanatları kanıyordu... Ölüm hatırlatılıyordu... * Kalabalıklar uyanınca, ağlayarak ruhlarına soruyordu; "Bizi kim gerdi bu çarmıha?" Günah dolu heybesiyle bilinmeyen bir yola kaçan kalabalıklar musalla taşından bir bir uğurlanıyordu... Tabutu taşıyanlar dahi ölümü unutuyordu... Lakin, ölüm her kapıyı bir kez çalıyordu...