Bir vakit; efsane şehirlerin dağlarında güneş gökyüzünü usulca karanlığa terkedip giderken, uzak diyarlarda, karanlığın ortasında kendi gölgelerinde krallıklarını fermanla ilan edenlerin kibir denizlerinde çırpınıp duran yiğitlerin gayretleri boşunaydı... Her yiğidin ölümü bir namerdin elindeydi... Masumiyetler vuruluyordu geceyarılarında. Şafak sökerken zulümlere başkaldıran yiğitlerin son nefesi kentin ortasına kurulan darağaçlarda üç kuruşluk bir urganla kesiliyordu... Kurşunlara sığınan korkak ve titrek eller tetikleri hep karanlıkta çekiyordu. Felaket tellalları artık düşmüştü bir kere yollara... İlk cinayetin işlendiği günden bu yana daha hiçbir kurşun yüze karşı sıkılmış değildi... Her defasında üç kuruşluk kurşunlar kalleşce, korkakca yiğitlerin arkasından sıkılmaktaydı, yetimden gövdelerine... Kıvrılmadılar ama kırıldıkları doğruydu... Onlar bir ağaçtı bu boz dağlarda; ' ağaçlar ayakta ölürdü...' * Kahpece vurulan her yiğit, hiçbir eşkıyanın yüzünü göremeden gitmekteydi, uzaklardaki ebediyete... "Söz gümüş ise sükut altın" sözüyle, yiğitleri sükuta davet edenlere haykıran yiğitler; söylenmeyen söz altın olmadı hiçbir vakit, diyerek cevap veriyorlardı... Derlerdi ki; yiğidin varlığı meydanda olur... Gizli, kapaklı bir şeyleri yoktu... Karanlık sularda yüzdürecek gemilere asla sahip olmak istemeyen o yiğitler, her kavganın gün ışığında yapılmasını dilemekteydi... Yedi iklimlerin altında yiğitlikleri düşürülünce namerdlerin dillerine, kuşlar bile konduğu kızılcık ağaçlarından kaçıp gidiyorlardı, ağlayarak... Kıvrılmadılar ama kırıldıkları doğruydu... Onlar bir kuştu bu boz dağlarda; kuşlar uçarken ölürdü... * Çakalların kol gezdiği dağlarda artık binbir yüze sahip dolaşan çoban kılıklı suratlar geziyordu... "en güzel şarkıyı bir kurşun söyler" diyorlardı ama yiğitlerin buna ekledikleri bir sözü vardı; lakin değdikten sonra... Sükut-u hayal ile başlayan yiğitlerin küçük hikayeleri bir büyük hikaye oluyordu dağlarda... Kardelenler gibi beyaz karları delerek yeryüzüne başları dik mi dik çıkıyorlardı... Kendine eşkıyaca güvenenler değil, Yaradana güvenen yiğitler kaybetmeyecekti bu savaşı hiçbir vakit... Kıvrılmadılar ama kırıldıkları doğruydu... Onlar bir yiğit adamdı bu boz dağlarda; yiğitler de vurularak ölürdü... * Vurulurdu ansızın; bazan kör bir kurşun, bazan bir çift söz ile. Şairin; geçtiğim tüm harabeler ayaktaydı hâlâ, sözleri aklındaydı. Duru sularda elinde-avucunda kalan, vişne kokulu kuru bir kırmızı güle bakıp dururken, yiğitlerin dağlarına giden trene aldığı son biletti, elinde kalan... Gözlerinden yaşlar boşanırken, elde kalan son yiğitlerden bir Mehmetçiği daha şafak sökerken bu memleket gömüyordu... Habersizce... Umarsızca... Ve sessizce bir şafak daha söküyordu...