Şehirler büyüyor, içinde yaşayanlar küçülüyor... Ve bazıları da kan kusuyor. Sabır yüreklerde durmuyor... İsyan, iki dudak arasında kalmış... Ve içlerinde kalan tek asiydi... Yiğit vurulduğu yerden ayağa kalkarmış misali adalara çok gitmek istedi... Çünkü, yüreği bir adada vurulmuştu. Kayın ağaçlarının arasında kalmıştı sanki hayatının diğer yarısı... Varırsa geri alabileceğine inanmaktaydı... Akıbeti başka bir adamın suratında tecelli ediyordu... Yoldaşını kaybeden bir adamın yalnızlığına yolu düşmüş gibiydi... O vardı, gerisi hikâyeydi... Bir eteğe yapıştı, yirmi sekiz yıl geldi, geçti... * Sisler arasında kalan Paris gibi yarı eski, yarı yeniydi... Yere düşen yağmurların ıslaklığında kentin en eski Pont-Neuf köprüsünde güya haykıracaktı... Ve güya soğuk dağlara çadır kuracaktı. Ve bir göl kenarında soluklanacaktı... O gitti, diğeri ise bitti... Beyaz bir yorgan gibi serilirken kefeni yeryüzüne.. Gökyüzü gri rengindeydi... Hatıralar da para etmiyordu son yolculukta... Paralar da... Tabutlar başkalarına ait eller üstündeydi... Ne taş vardı, ne derin bir mezar... Hayatın bir uğultu gibi geçtiğini fark etti. Karartılar da kımıldamıyordu mavi sularda... O bir köprünün altında alıp başını giden yalnızlıklara teslimdi... Limanlar, kaçaklara birer sığınaktı... Bombalar düşerken bodrum katlarına. Biz ağlıyorduk halimize... Perdeler kapanık yine, ne sesin var, ne yüzün... Nerelerdesin ve kimlerlesin? Bilmiyorum... * Bahçede zeytin ağacı yalnız. Ay çıkmış, karlı bir akşam üstünde, buz gibi olmuş eller... Ne güne hükmü geçti, ne de sözü. Duymadı hiç kimseler... Ağlamak varmış, gülmekten öte bir yerlerde... Sen, eski bir şehirde yalnızlığınla büyüyen ve parklarda yalnız oynayan küçük çocuk... Ellerinden tutup da götüremedim seni hiçbir yere... Bir kuru ekmek uğruna, bir kuru sandalyede başlayan yirmi sekiz yıllık bir amansız mücadele... Merhametsizdi omuzlarına başımı dayadığım adamların yüzleri. Şehir büyüdü, ben küçüldüm. Ancak, bir ağaç olsaydı durduğu yerde büyürdü ve ölürdü hep aynı yerde.