Maviye çalan gözleriyle uzaklardan öfkelenerek gelmiş gibiydi deniz... Alabildiğine kızmış ve bir asiye dönüşmüştü... Ağzından beyaz köpükler boşalıyordu... O mavi gözlerini asırlardan beri kirletenlere karşı sanki içindekilerini kusuyor gibiydi... Kıyıdaki dev kayaları vuruyordu... Alabora olan devasa gemiler kağıttan yapılmış kayıklar gibi kilometrelerce karaya sürükleniyordu... Kırık ve eski bir köprünün altında boyası dökülmüş küçük sandallar ise asileşen dalgalara direniyordu. Limanlarda uzak ülkelere satılmak için gönderilmeyi bekleyen milyarlarca dolarlık otomobil sularda yüzüyordu... Asrın felaketini ise gökyüzüne meydan okuyan gökdelenlerden izleyenler suyun gazabına bir daha şahit oluyordu... Kıyametin provasıydı sanki!.. Teknoloji iflas etmiş, yollar, köprüler yıkılmıştı... Sözün bittiği yerde yüz binlerce insan çığlık atmaktan başka bir şey yapamıyordu... Orası bize çok uzaktaydı... Lakin aynı felaket çok da yakınımızdaydı... O felaketin koynunda asırlardan beri hâlâ uyuyoruz... * Bize çok uzak olan o ülke Japonya idi... Asya'nın doğusundaki okyanusun ortasında üç bin adadan ve yanardağlardan oluşan Japonya'daki deprem felaketinden kimseler ders çıkartmadı... Sanıyordum ki, dünyayı yöneten ve kazanmaya doymayan devletler azıcık da olsa bu felaketi seyrettikten sonra çok pişman olup aç gözlülüğe paydos diyeceklerdi... Aldanmışım... Bir müsibet artık bin nasihatin yerine geçmiyordu... Aksine kendilerine çok uzak düşen ülkelere 'demokrasi götürme' bahanesiyle bomba yağdırmaya devam ediliyordu... Petrolü ele geçirmek uğruna binlerce masum insan çöl ortasında ölüp giderken dahi o fukara insanlar aç ve susuzdular... * Fatih Sultan Mehmet bir gün Akşemsettin Hazretlerine sorar; - İnsan açlığa ne kadar dayanır? Akşemsettin Hazretleri der ki; - Ölene kadar, Sultanım! Öldükten sonra teneşir tahtasında son kez yıkanan insanoğlu suyun gazabıyla tanışmadan suyun merhametine sığınarak yaşamayı bilmiyordu...