Aşırı yağışların dere yatağını taşırması sonucu çıkan sel yüzünden 40 kişi öldü. Uzaklarda kuş uçmaz kervan geçmez bir dağda değil... Köyde değil... Kültür başkenti İstanbul'un göbeğinde... Kültürden nasibini almayan kalabalıkların, ahlâksızların ve hırsızların yaşadığı kentin adı önüne Kültür yazılsa ne olur ki? İçindekiler kültürsüz olduktan sonra... Sel sularında canını kurtarmaya çalışan insanlara yardım etmek yerine, tüfekleri, porselenleri çalabilmek için gayret edenler bu ülkenin kültürüne, dinine, ahlâkına ait olabilir mi? Ait iseler nasiplenmiş denilir mi? İşte bu kentte yaşayanların hali! * Sel, Basın Ekspress yolunu trafiğe kapatıyor... Yolun iki tarafında medya kuruluşları var. Dere yatağına plaza dikerek, haksızlıklara karşı direnç gösterecek bir medya başta kendisi sele kapılıp gidiyor... Çünkü dere yatağı... Selin geleceğini ve kendilerini de yutacağını tahmin edemiyor... Ama sel içinde kalmış gazetesinde sel felaketini yazarken dahi başka suçlu arıyor... Basın, belediyeleri suçluyor... Belediyeler ise; geçmiş belediyeleri, başkanları, basını, doğayı, dereyi, İstanbulluyu suçluyor... Kimse çıkıp; - Bu kadar insanı kim İstanbullu yaptı? Bu imarları kim verdi dere yatağında? Bu plazaları kim diktirdi? sorularını sormuyor... İşte bu kentte yazanların hali! * Statüko düşmanlığı yaparak, sürekli değişim masalları anlatıp deli kafalarını nereye sokacağını bilmeyecek kadar cahil ama bilge geçinen Cin Alilere birilerinin çıkıp şu statüko belgesini hatırlatmalı; - Washington'da bir dikili taş dikilmiş ve ardından kentin imar anayasası çizildikten sonra denilmiş ki; hiçbir bina bu dikilitaştan daha yüksek olmayacak! Bu statükonun neresi kötü? Yüz elli yıldan beri bu kural kutsal bir değer gibi hâlâ korunuyor... Keşke bizde de Sultanahmet'teki dikili taştan daha yüksek bir bina yapılmasına izin verilmeseydi ya... Ve öyle statükocu kalsaydık ya... O zaman kimse zengin olamazdı ki! İşte bu kentte değişimcilerin hali! Tencere-tava meselesi galiba...