> Mekke/Arabistan Yaradan'ın, Hazreti İbrahim'e yaptırdığı ve cennetten gönderdiği beyaz bir taşla süslediği, yani yeryüzünün en güzel, en kutsal ve en değerli evindeyiz... Ve yüz binlerce insan, sanki beyaz kefenlerini giymiş gibi, iki parçadan oluşan beyaz ihramlarıyla tavaf ederken, bir yandan af dileyip, diğer yandan ise kendi gözyaşlarında âdeta hıçkırıklara boğuluyordu... İnsandık ve günahkârdık... Ve ellerimizle dokunduğumuz o bembeyaz taş artık simsiyahtı ama yine de af edilmek uğruna günahkâr bedenimize ait ellerimizle dokunabilmek için sabırsızlanıyorduk... Kimse kimseye öfkelenemiyordu... Herkes muhteşem bir sabra şahit oluyordu... Ve her insan, topraktan gelip, yine toprağa döneceğini hatırlıyor ve mahşer gününün provasını yapıyor gibiydi... * İlk insan Hazreti Âdem'di... Ve topraktan yaratıldığında yeryüzünde hiçbir canlı yoktu... Bir kendi, bir toprak ve bir de sular vardı... Daha sonra ağaçlar topraktan... Uğruna savaşılan altın topraktan... Demir, bakır, gümüş topraktan... Silahlar topraktan... Ekmek topraktan... Arabalar topraktan... Kumaşlar topraktan... Evler topraktan... Bilgisayarlar topraktan... Telefonlar topraktan... Füzeler topraktan... Kurşunlar topraktandı... Kısaca, topraktan gelen her şey bir gün toprağa dönecekti... * Zaman burada başladı ve sanki burada yaşlanıyor gibiydi... Gerçeğin unutulduğuna dair bir gaflet uykusundan uyandığını hissediyor gibiydi insan... Geleceğe dair bir dilek dahi tutmaktan korkuyordu insan... Tek istediği geçmiş günahlarına dair af edilebilmekti... Artık, bir efsane olmak istemiyordu... Sadece yokluğa teslim olup, alnı ak bir vaziyette herkes ebediyete gitmek istiyordu... Allah'ın evinde dualar göğe yankılanıyordu... Ay, lacivert bir gökyüzünde, bir şahit gibi seyrediyordu... Ebabil kuşları edebinden Kâbe'nin üzerinde değil etrafında âdeta tavaf ediyordu... Buralardan ölümsüzlüğe uzanıyordu ruhlara dair gözyaşları... * O topraklar ki, uzun uzadıya yollardan ibaretti. Bir boşluğa değil, bir hakikatin ışığına teslim olmuş gibi sükunet içinde o son günü bekliyordu sanki insanlar... Dünya, yalandı... Hayaldi... Ve en önemlisi sönmüş bir ateşti... Toprak ve suydu... Dünya, çok zaman utanıyordu üzerindeki çirkinliklerden... Kararmıştı ve siyahlaşmıştı... Yeniden alevleneceği günü bekleyen toprak, yeniden buharlaşacağı günü bekleyen su, kâinatın sahibine boyun eğmiş var olduğu günü beklediği gibi, yok olacağı günü sabırla bekliyordu... Basarak, çok zaman hiç umursamadığımız ve unuttuğumuz o toprağın altına mutlak bir gün girecektik... Mesele toprağın üstünde iken Yaradan'a layıkıyla bir kul olabilmekteydi... Topraktan gelip toprağın üzerinde keyif çatarken, zulüm ederken, kibirlenirken, fitne ve fesadı alevlendirirken, masumlara kurşun sıkarken, çalıp çırparken, bir gün toprağa döneceğini herkes hesaplayabilmeliydi...