Sabahın erken saatlerinde karla karışık yağmur yağıyordu Baltık Denizi kenarına kurulu Sopot kentinde... Gazetede dünyanın önde gelen şirketlerinin üretime ara verdiğini, işçileri ise ücretsiz izine gönderdiğini yazıyordu... Durakta bekleyen işçiler belki son defa işlerine gidiyordu... İşçiler, kuşlara ne de çok benziyordu. Kanatlarıyla ince bir dalın üzerinde rüzgâra inat ayakta durmaya çalışıyordu... Parktaki kızıl ağaçlar gibi rüzgâra direniyordu ama yapraklar yine de bir bir yere düşüyordu... Kendi yapraklarını kendi dalında tutamayan kızıl ağaçlar ağlıyordu... Ve rüzgâra yenik düşüyordu... Adı üzerinde, sonbahardı... İşçiler, donuk gözleri ve yorgun halleriyle otobüslere binip uzaklaşıyordu... Daha dünün yorgunluğundan kurtulamayan işçiler bir günü daha tüketmek üzere yorulmaya doğru gidiyordu... Bir lokma sıcak ekmeği daha eve götürebilmenin derdiydi... * Ve bir sabah karla karışık yağmur yağıyordu "üzerinde güneş batmayan" denilen Britanya İmparatorluğu'nun merkezi Londra kentine... Dün gecenin keyifli saatlerinden dolayı kentin kumarhanelerinde, barlarında yorgun düşenler yataklarında kimileri uyuyor, kimileri de parkta soğuğa rağmen koşuyordu... Fabrikalarda, tersanelerde, demir döküm ocaklarında işçilerin ürettiği ürünler limanlarda gemilere yükleniyordu... Oxford, Regint ile New Bond caddelerindeki lüks mağazaların vitrinlerinde sergilenen ürünlerin kaç sterlin'e satıldığından işçilerin haberi bile yoktu... Üretenler fukaralıktan kırılıyor, satanlar ise saltanat sürüyordu... Adil paylaşım laftaydı... İki kentin hikâyesi bir sabah böyle başlıyor, böyle bitiyordu işte... Birileri ağlıyor, birileri de gülüyordu ve buna 'yaşamak' deniliyordu... Yani, hayat...