Çünkü Gezicisinden Gezi karşıtına, politiğinden "futbolcusuna" kadar asgari insani vasıflarını unutmamış her birey için, karanlık ara sokaklarda 19 yaşındaki gençlerin dövülerek öldürüldüğü Türkiye bir kâbus.
Çünkü bu vahşet, kurbanın ya da katilin politik kimliğinden çok öte "bir arada yaşama irademize" vurulmuş ağır bir darbe.
Davada aralarında polislerin de olduğu sanıklar hakkında ağır hapis cezalarının istenmesi ise tek başına tatmin edici bir gelişme değil. Herkes dönüşüm sürecinin ruhuna uygun olarak, Başbakan Erdoğan'dan bu davadan adalet çıkacağına ve sürecin takipçisi olacaklarına dair bir garanti bekliyor. Hrant Dink davasının ilk evrelerinde Erdoğan'ın yaptığı "Ankara'nın dehlizlerinde kaybolmayacak" şeklinde bir açıklama. Kulaklar, en başta da duruşma salonundaki o acılı anneninkiler, "süren yargılamalar" girizgâhlı beyanatları duymuyor bile.
Bu sorumluluk aynı zamanda, Çözüm Süreci gibi büyük bir toplumsal barış projesini yürüten ve yeniden yargılama hamleleriyle bu iradeyi daha geniş toplumsal kesimlere yaymaya çalışan hükümet için bir zorunluluk da.
Çünkü İsmail'in akıbeti, başta, Suriye gündemi ve gezi olaylarıyla hassasiyetleri kaşınan Alevi vatandaşlarımız olmak üzere, inanç bazında kendisini "öteki" hisseden vatandaşların, Yeni Türkiye'ye dair ortak gelecek tahayyülünde kocaman bir soru işareti.
Bunu aşmak da çok zor değil işte. Cinayetin ardından akla ziyan açıklamalarda bulunan mülki amir ya da akla hangi isim geliyorsa, kimsenin korunup kollanmayacağına, eski devlet alışkanlıklarının tekrar ettirilmeyeceğine dair bir garanti.
Ayrıca eğer hükümet bu kararlılığı göstermezse, yine Hrant'ın davasında olduğu gibi, dâhil olmadığı halde yeni bürokratik oligarşinin geciktirme, hedef saptırma operasyonlarından da sorumlu gösterilebilir.
Tabii ki başkalarının da sorumlulukları var. İsmail'in davasına sahip çıkmak ve olası yeni kayıpları engelleyip, linçlerin her alanda mahkûm edildiği bir Türkiye için herkes sesini daha çok çıkartmalı. En çok da Gezi'ye eleştirel yaklaşmanın, İsmail'in davasının takipçisi olma, bununla ilgili konuşma haklarını sınırlandırdığını düşünenler konuşmalı. Zira bir BDP'li vekilin Geziyle ilgili benzetmesindeki gibi, gençlerimizin cenaze arabalarının arkasına ilişen taksi misali, bireysel tatmin peşinde koşanların linçlerinden uzak durmaya çalışmak, İsmail'e karşı sorumluluğumuzdan kaçmak anlamına da geliyor.
Konuşmalı, yazmalı. Yoksa yine ne adalet ne de canlarımız umurunda olan birtakım "parazitler" Hrant'ınkine yaptıkları gibi İsmail'in ölüsüne de üşüşecek.
Biri twitter'da kırdığı pottan dolayı kendisini eleştirenlere cevaben, ne alakası varsa, saygısızca "siz İsmail'in hakkını savunun önce" diye yazıp yapacak bunu.
Bir diğeri, başörtülü bir yazar arkadaşımızın İsmail'le ilgili yazdığı "Katiller cezalandırılsın, hak yerini bulsun" mesajını bile, kişisel husumetiyle "palyaçoların gözyaşı" diye cevaplayacak ve İsmail üzerinden hedef gösterme cüretini kendinde bulacak.
Bu hadsize "Esad" diye seslenen ekürisi ise, parmaklarını saçlarına dolayan kolejli kız edasıyla "Gülen camiasından bazı bilinen kişinin twitlerine baktım İsmail'den söz yok. AK kalemşorlarına henüz bakmadım" twitleri atıp beş çayı sıkıntısını giderecek.
Olan, İsmail'in acı sonu üzerinden dile getirdiğimiz adalet talebine olacak. Sade suya tirit, pazar sabahı etkinliği tadında bir nakarata dönüşecek İsmail'in hakkını aramak.
İsmaillerimizin davalarını, dertleri günleri doğum günü partilerinde, Türk, Kürt, Alevi, dindar, solcu... faili meçhuller konusundaki sicili ortada tiplerle poz vermek olanlara emanet etmeye ne hakkımız var? Böyle bir lüksümüz var mı?