Muhalefet partilerinin yaptırdıkları da dahil olmak üzere tüm anketler Cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan'ın açık ara önde olduğunu gösteriyor. Ne var ki bu durum seçimin favori adayında rehavete neden olmuyor. Erdoğan adaylığını açıkladığı günün ertesinde başladığı seçim gezilerinde şu ana kadar 20 ilin üzerine çentik atmış durumda. Bazen günde iki il'e gittiği oluyor.
Buna karşın seçimi alması için güçlü rakibinden daha fazla efor sarf etmesi gereken muhalefetin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu henüz bir miting bile yapmadı.
Bu garip durum Ekmel Beye ve "siyasi" aday olmadığını söylemesine karşın kendisini aday gösteren "siyasi" partilere sorulduğunda alınan cevap da bir hayli garip oluyor.
Diyorlar ki: "Mübarek ramazan ayındayız. Miting yapsak... bunu yapma imkânımız var ama insanlara neden zulüm edelim?"
Seçime girecek bir adayın oy istediği insanların kendisini dinlemesinin "zulüm" olacağını düşünmesi ilginç bir durum. Ahmet Hakan karşılaştırmalı bir yazı yazıp bu garipliği "Ekmel Beyin Erdoğan'da olmayan mütevazılığına" bağladı mı, bilmiyorum. Ama kesin olan, seçim PR'ını yönetenler de belli ki Türkiye siyasi atmosferinin siyasetsiz zamanlarına vâkıf Ekmel Beyi ortada bir gariplik olmadığına ikna etmişler.
Zira Ekmel Bey, yukarıdaki açıklamasını "zaten miting dediğiniz şey de neymiş" minvalinde sözlerle gerekçelendiriyor:
"Artık modern iletişim çağı var. Artık televizyon girmedik köy kalmadı!"
Ne diyelim, belli ki alan razı satan razı. Ama yine de Ekmel Bey medyadaki Türkiyeli seçmenin siyasi eğilimiyle tezat temsile ne kadar güvenebileceğini çek etmek için cnntürk.com'un cumhurbaşkanlığı anketine bakabilirdi. Çünkü o "köylere bile giren" internet, yüzde altı oya sahip HDP'nin adayı Selahattin Demirtaş'ı bile yüzde 67'lerle Köşk'e çıkartabiliyordu. Ama tabii ki "paralel âlemde" ve tabii ki sandıktan sonra dönecekleri gerçekliğe kadar tatmin olmayı arzu edenlere, film icabı...
Jesus faktör sendromu
Elbette muhalefetin ve Köşk adayının miting yapmamalarının bu mantığa büründürme argümanları dışında bir de gözlerden saklanmayan gerçek nedenleri var. Ve ne yazık ki bu somut nedenler, çağın gerekliliklerine uyumdan ziyade, vesayetin konforuna alışmış eski Türkiye siyasetinin pratiklerinden kaynaklanıyor.
Bunlardan ilki, seçmeni ikna edilecek bir özne değil, aracı vesayet kurumlarının toplum mühendisliği adaylarına "ehveni şer" diyecek nesneler olarak görenlerin, oy almak için enerji harcamayı âdeta müsriflik saymaları. Hatırlayın, 30 Mart seçimleri öncesi kısık sesiyle bölge mitinglerine katılan Erdoğan'ın sandıkta karşılığını aldığı bu tavrını "seçmeni önemsemek" şeklinde okuyacaklarına küçümsemişlerdi. Oysa açık siyaset kanallarının sağladığı eşitlikçi ortam, seçmenin iradi tercihlerinin eşiğini yükseltti. Ne yazık ki 3 genel, 3 yerel 2 de referandum sonucunda hâlâ yeni Türkiye'nin bu "hâlini" kavrayamayanlar, önlerindeki 9. Seçimde de aynı hatayı tekrarlamakta ısrarcılar.
İkinci nedeni ise, sinemada Jesus faktör olarak tanımlanan durumla açıklamak mümkün. Jesus faktör, kabaca, "kâğıt üzerindeki senaryoda gayet doğru gibi görünüp, uygulamada istenilen sonucu vermeyen" anlamına gelen teknik bir terim. İhsanoğlu ve partileri de işte bu sendromdan muzdaripler. Mekanik bir yan yana geliş pratiği sonucu, temsil ettikleri siyasi görüşün ilkelerini talileştirip birleşmeleri, ortak olan siyasi partilerinin oylarının toplanması anlamına gelmiyor. Çünkü kâğıt üzerinde dört işlem matematiğe göre kusursuz görünen bu mantık, sahada "olanaksız." İşte bu nedenle solcusunu, ulusalcısını, MHP'lisini, Kürt'ünü ve liberalini Yozgat meydanında toplaması fiilen imkânsız olan Ekmel Bey, kentin yaylalarındaki televizyon vericilerinin gerçekliğinden medet ummak zorunda kalıyor.
İhsanoğlu, "İlk defa cumhurbaşkanını vatandaşlar oylarıyla seçecek, bu da 1 aya sığdırılıyor, eşit olmayan orantısız bir rekabet içinde oluyor" diye yakınıyor. Madem sözü katarsis oluşturmakta tüm sanat dallarına göre kusursuz olmasını, "saniyede 24 kare yalana" borcu olan sinemadan açtık onunla bitirelim.
Gerçi bu bir baskın seçim değil, 10 Ağustos'un gelip çatacağı yıllar öncesinden belliydi. Ama telaşa mahal yok, İhsan Bey süreyi dert etmesin. Çekimlerde Jesus faktörden muzdarip olduğunu fark eden bir yönetmen gibi, kurgusunu yeniden gözden geçirsin.
Televizyon silahının büyüsü sayesinde farkına vardığını söylediği modern iletişim çağının teknolojisini alıp siyasi kültürünü çöpe atmasın. Belki onun ve beraber yürüdüğü siyasi partilerin belleğinde kalan Türkiye'deki siyaset seyircisi seçmenin profili b sınıfı filmlere fitti. Ama Yılmaz Erdoğan'ın meşhur filmi Vizontele'deki gibi, ekranda gördüğü Zeki Müren'in kendisini görüp göremeyeceğini merak eden kimse kalmadı; film icabı olarak bile kalmadı.