2000'lerin başında Ankara'nın en popüler mekânlarından biriydi Gölge. Harika gruplar sahne alırdı, en iyi coverları orada dinlerdiniz. Yalnızca hafta sonları değil, her gece dolup taşardı. Gölge'ye uğramadıysanız bir şeyler eksik kalırdı. Çünkü orada olmak yaşamın içinde olmaktı, bir şeylerden geri kalmamaktı, yeniyi kaçırmamaktı. Doğal olarak yorucuydu da. Ama biz "birbirimiz" orada tanıdık ve tanışmaktan kaçamazdık.
Öyle ki bu bağımlılık, bizler için "Gölge'yi bırakacağım abi, en azından haftada bire indireceğim" seviyesine gelmişti. Zamanla kopma denemeleri de yaşandı. "Yalnızlığı" göze alan bazı marjinallerin, üstelik de cuma akşamı, kentteki daha tenha mekânlarda görülmeye başladıkları konuşuluyordu. Nasıl yaptıklarına şaşırıyorduk, ama illa ki gönülleri Gölge'lerindeydi, biliyorduk. Hatta içlerinde, o ıssız mekânlardan çıkıp, kuytu bir köşeden, Gölge'den dağılan kalabalığı izleyenler bile vardı, emindik.
İşte biz demir tozlarını çeken o mıknatısta çalışan bir dostum vardı. Kasaya bakardı ama hep banketin önünde dururdu. O hengâmenin içinde en fazla Stingvari gülümsemesiyle ve tahmin edeceğiniz üzere en karizmatik haliyle müziğe ritim tutar, mekânın sıkı rockerlarıyla sohbet ederdi.
O Gölge gecelerinden birinin sabahında "Benden bu kadar" dedi Eko, "Bırakıyorum!" Bu sıradan bir iş değiştirme kararı değildi ama. "Yoruldum kalabalıklardan, hareketten, heyecandan da... Olimpos'a yerleşeceğim!"
O zaman henüz "Yaw he he" tedavülde olmadığı için başka kalıplarla ciddiye almadık Eko'yu.
Ne var ki İlk Gölge gecesinde Eko yoktu. Durum ciddiydi, zira telefonunu da bırakmıştı geride. Sorduk, soruşturduk, "Gitti" dediler, "Olimpos'un bir köyüne yerleşmiş..."
"Vay anasınaydı" sayın seyirciler... Bu çocuk nasıl geçirecekti ki gecelerini? Hepimizde bir şaşkınlık hali... "Demek başka bir hayat, kalabalıkların, heyecanın dışında, Gölge'siz de mümkünmüş!"
İki ay sonra hak edilmiş bir sükseyle Ankara'ya arz-ı endam etti Eko. Ama Gölge'de buluşmadık tabii. Zira havaya da girmişti, Seğmenler Parkı'nın Köşk'e birkaç adım mesafedeki kenti tepeden gören terasında randevu vermişti, "misyonuna" uygun olarak.
"İçimdeki zehri attım, atacağım" dedi, "Binalara, kalabalık kaldırımlara dayanamıyorum, üstüme geliyor..."
Vay be, Eko resmen olmuş muydu neydi?
İmkânsızdı ama öyle görünüyordu, evet, sanki gölgesini kaybetmişti.
"İyi" dedik, "Akşam bir Gölge yaparız, değil mi?"
Eminim iki ay boyunca bu sahneye çalışacak çok zamanı olmuştu, karaciğerime yüklendikçe yükleniyordu. "Hiç sanmıyorum" dedi, "Bu gece ilk otobüsle dönüyorum. Birkaç eşyamı almaya geldim, bir de seni göreyim dedim."
Biz kolay olana, Gölge'mize koştuk; Eko ise, zora, seçilmiş yalnızlığına gitti o gece.
İki ay sonra Eko'nun cep telefonu sinyal vermeye başladı.
"Gece n'aptınız? Gölge nasıldı" soruları gelmeye başladı sık sık; ardından da Eko'nun haftada bir Ankara ziyaretleri... Ama hâlâ "oraya" adım atmıyordu.
Derken artık Ankara'daydı Eko. Belli ki kendisine vermişti ama bize dönmemek konusunda bir söz vermediği halde, bir gece başladı savunmasına...
"İnanır mısın, o tenha Olimpos'ta buradaki kadar bile yalnız kalamadım. Her hareketim gözleniyordu. Dedikodunun bini bi para. Üstelik sanki buradan da kalabalıktı köy. Her insanı tanıyorsun, herkes de seni. Köy yolundaki, ne yediğini, içtiğini bile bilen, evine gelip giden herkesin şeceresine çıkartacak kadar hayatına vâkıf bir kişi, kentin kaldırımında karşından gelen ama hiç tanımadığın yüzlerden daha çok geliyor üzerine. Bunaldım be adamım."
Ve tabii ki o gece Gölge'mize gittik Eko'yla...
Sahi, sizin bu seferki kaçışınızın dönüşü de epey meşakkatli olmuşa benziyor yine, televizyondan dönüş görüntülerinizi izliyorum da...
Hayaller de arabanızın bagajında sanırım. Ama kasmayın kahramanlar, bize bir söz vermediniz nasılsa; kendinize verdiklerinizi de nasıl olsa bir dahaki kaçışa kadar illaki unutursunuz.
Yazı bitsin, ben "kara pazartesi" öncesi oturup Godard'ın Week End'ini bir kez daha izleyeceğim. Size de tavsiye ederim, iyi gelecek, güvenin gölgenize.