Bindiğimiz dalı kesmek şart mı?

A -
A +

Tamam! Gazetecilik, inceliği olan bir meslek; sorumluluk ister. Hadiselere şüpheci bir gözle bakmamız lazım. Bize gösterilenle iktifa etmeyip arka bahçedeki çöplüğü incelemek işimizin gereği. Sorgulayıcı olmamak, mesleğimizin bize yüklediği bir misyon. Bunların hepsini anlıyorum; doğru da. Fakat, bazen şartlanmışlığımız bizi öyle noktalara çekip atıyor ki, deyim yerindeyse; "öküz altında buzağı ararken" buluyoruz kendimizi. Kemal Unakıtan, icra ettiği Maliye Bakanlığı görevinden dolayı popüler bir insan. Bir de konuşmalarını, 'oğlum'lu, 'lan'lı, ulan'lı repliklerle süsleyince hepten medyatik olup çıkıyor. Ayrıca, onun eşine ve eşinin ona duyduğu sevgi var bir de. Dillere destan bu aşk onun duygusal birisi olduğunu da gösteriyor. Hasılı her bir köşesi ışıltılı insan!.. Oğlu Abdullah Unakıtan, pastörize yumurtayı piyasaya sürüp vitrine çıkardı. Pastörize yumurta dünyada çok yaygın olan ve hijyenik bir ürün. Kuş gribinden dolayı elini yumurtaya sürmeyenler dahi bu yumurtayı gönül rahatlığıyla yiyebilir. Avrupa pazarında satılan yumurtanın yüzde 24'ü pastörize olarak satılıyor. Amerika'da ise yüzde 40 bu oran. Türkiye'de de uygulanıyordu bu sistem ama yumurta sanayicisi sadece sipariş edene özel yapıyordu bu üretimi. Perakende pazarında yoktu yani. Abdullah Unakıtan ne yaptı? Bu sistemi pazara soktu. "Vay, sen misin bunu yapan?" Hemen tukaka edildi tabii. Bazıları daha insaflı davrandı. Vahap Munyar mesela. Hürriyet'te yazdığı makalesinde, "Buraya kadar her şey normal... Ancak, yumurtanın markası 'Unakıtan' olunca durum değişiyor." diyor ve "Unakıtan şayet Maliye Bakanı olmasaydı kim tanırdı onu" fikrinden gidip Maliye Bakanı olmasından dolayı babasının siyasetten sağladığı "marka"yı, Abdullah Unakıtan'ın "fırsat"a çevirdiğini ve bunun ahlaki olmadığını ileri sürüyor. Kemal Unakıtan'ı da "Yapma oğlum" demediği için eleştiriyor. İnsaflılığı bu kadar işte. Bindiğimiz dalı kesmekte ne kadar başırılı olduğumuzun tescili bu. Fırsatçılara ihtiyacım var Abdullah Unakıtan'ın kuş gribini fırsat bilip bu ürünü piyasaya sürdüğünü ben de kabul ediyorum. İşin garibi, Munyar'la yolumuzun ayrıldığı yer de burası. Türkiye müteşebbisi çok bir ülke. Bununla herkes gibi ben de övünüyorum. Ancak, birbirini taklit etmenin adını "müteşebbislik" koyup yan gelip yatmayı da kabul edemiyorum doğrusu. "Müteşebbis" dediğimiz insanların biraz da krizi fırsata çevirebilmesi lazım. Abdullah Unakıtan, kuş gribi krizinden böyle bir başarı sağlamışsa, onu eleştiri yağmuruna tutmak yerine tebrik etmemiz lazım bence. Yalnız o değil, herkes kazanıyor çünkü. Uğur Dündar örneği var önümüzde. Uğur Dündar, gazetecilik kariyerini "haksızlığın" ve "sağlıksızlığın" üzerine giderek elde etmiş bir gazeteci. Bu kariyeri onu popüler yaptı. Bugün o Dündar, "Entegre tesislerde üretilen tavukların tüketiminde risk yok. Tavuk eti eşsiz ve ekonomik bir protein kaynağıdır. Kendinizi ve sevdiklerinizi bu gıdadan mahrum etmeyin" diyor. Şimdi Uğur Dündar'a "markası"nı "fırat"a çeviriyor mu diyeceğiz?!. Ha, Uğur Dündar para almıyor. Unakıtan ise ticari kazanç sağlıyor diyen olabilir belki. Türkiye'nin bir eksiği de bu. Ticaretin nihai hedefi kâr olmasına rağmen işletmeler kârlılığı konuşamıyor hâlâ. Halbuki, bunun tam tersi olması lazım. Kâr etmeyen, fırsatları değerlendirmeyen işletmeleri ayıplayıp kâr eden, rakipleriyle her zemin ve şartta rekabet edip ayakta kalanları alkışlamamız gerekiyor. Vahap Munyar, 4 milyar dolar büyüklüğündeki tavukçuluk sektörünün içinde bulunduğu sıkıntıyı bilmeyen birisi değil, biliyor. Buna rağmen, meslekî alışkanlığın önüne geçemeyip Unakıtan'ın becerikliliğini kınıyor adeta. Burada Unakıtan ailesini savunacak değilim ama bu iş başka. Benim üzerinde durduğum konu, krizi fırsata çevirmek basiretiyle, fırsatı krize çevirme basiretsizliğini birbirinden ayıramamamızdır. Mantıksızlık bu.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.