Birçok giyim markası var dünyada. Çoğunun merkezi Paris, Londra ve New York ise de esas büyüme ve olgunlaşma yerleri doğu ülkeleri bu markaların. İtalyan markalarını marka yapan ülkelerden birisi de Türkiye. Türkiye bu markaların önce tüketicisi oldu, sonra da üreticisi. Türkiye bugün bir marka üssü değilse bile senelerdir tanınmış dünya markalarına fason üretim yapan ve bunu kalitesiyle de pekiştiren bir ülke konumunda. Ancak, kaymağı başkaları yiyor. Tabiri caizse, Türkiye işin hamallığını yapıyor, parsayı ise marka sahibi olan firmalar topluyor. Türk sanayicisi, fasonculuğun ilânihaye gitmeyeceğini fark edeli seneler oldu. Marka olmak için çırpınıp durmasının sebebi de bu. Fakat, sayısız marka çıkmasına rağmen piyasada kalanların sayısı bir elin parmakları kadar. Neden acaba? Aslında tasarım, çizgi ve kalitesi ile müthiş bir çıkış yaptı bu firmalar ama sonuç maalesef hüsran oldu. Bir malı üretmek başka bir şey, o malı pazarlamak ise çok daha başka bir şey. Türk firmaları, düşe kalka sanayiciliği öğrendi. Fakat, pazarlamanın sanayicilikten çok farklı bir organizasyon olduğunu bilemedi. "Dünyanın tanınmış firmalarına üretim yapıyorum. Neden kendi adıma yapmayayım bunu" deyip kendi markalarıyla piyasa çıktılar. Bu cesur çıkışın çok büyük bir strateji hatası olduğunu öğrendiler öğrenmesine ama oldukça pahalıya patladı onlara bu öğrenme. Ürettikleri malın kalitesine güvenip kapağı hemen Akmerkez'e atmaları, belki de en büyük hataları oldu. Evet, Akmerkez; alım gücü yüksek tüketici ile kaliteli ürünün buluştuğu doğru bir adresti fakat, kalite başka bir şey marka olmak çok daha başka bir şey. Marka olabilmek için firmanın, tasarım bilgisi, hangi kumaşı nerede kullanacağı hususundaki tecrübesi kafi gelmiyor. Tasarlanan giyim kültürünü paylaşan bir müşteri portföyünün olması şart bir kere. Ayrıca, o müşterilerin zevkine uygun çizgi ve modeli bulup onların zevkini okşayan tasarımcıların olması da lazım. Tüketici, içine sinen ürüne para veriyor. Tanıdığı, içinde kendini iyi hissettiği elbiseyi satın alıyor. Akmerkez'e gitmekle bütün bunlar hallolmuyor. Sabredip müşteri beklemek lazım. Ki, çok yüksek bunun maliyeti. Dolayısıyla, bu maceraların çoğu hüsran ve işi bırakmakla neticelendi. Akdaş Ailesi öyle yapmamış ama. Daha temkinli bir yol haritası çizmişler kendilerine. Akmerkez'den başlamak yerine Anadolu'dan başlamayı tercih etmişler. Konya'da daha az maliyetli bir yatırım yapmışlar mesela. Mağazaya gelen müşteriye CRISPINO markasını kabul ettirmişler. Sonra Gaziantep'te açıp orada da tanıtım yapmışlar. Ankara, Van, Malatya derken Anadolu'nun tanıyıp sevdiği bir marka olup çıkmış CRISPINO markası. 7'si İstanbul'da 35 mağazası var CRISPINO'nun. "Şimdi sıra İstanbul'da" diyor CRISPINO Genel Müdürü Fatih Akdaş. Anadolu insanının müşteri memnuniyeti rüzgarını arkasına alan CRISPINO, hazırlığını tamamlamış. Nisan ve Mayıs ayında İstanbul'da 10 mağaza daha açıyor. Ha, erkek giyimi üreten CRISPINO'nun ihracatın yanı sıra Moskova ve Erivan başta olmak üzere 12 de yurt dışı mağazası olduğunu da söyleyeyim unutmadan. > MI ACABA?!. Çocuklar Duymasın dizisinin senaristi Birol Güven, "Türk sineması yeni bir Türkan Şoray kazanacaktı, Pınar'ı oynatarak bu şansı kaybettik" demiş. Erkan Mumcu için de aynı şey, o da ANAP'a gitmeseydi Türk siyaseti bir lider kazanırdı! * * * Yeni kocayla yeni bir hayata başlayan Jennifer Lopez, 'Yeniden Doğuş' adında bir albüm çıkarmış... 'Yeni bir albüm çıkarmak isteyen Lopez yeni bir kocayla yeni bir hayata başladı' demek daha doğru değil mi? * * * Japonlar, sahibinin yüzünü tanıyan ve ondan başka kimseye çalışmayan cep telefonu üretmiş.... Yetti artık, o telefon bu telefon. Ahali 'telefon manyağı' oldu yahu!