Biz layıkıyla tanımıyor ve dolayısıyla tanıtamıyoruz ama İstanbul gerçekten muazzam bir metropol. Sadece kendi güzelliğiyle değil, çevresiyle birlikte düşünün onu; emsalsiz bir şehir. Tarih, kültür ve folklor zenginliğinin yanı sıra muhteşem bir tabii güzelliği var çünkü. Sapanca Gölü'nden Karadeniz'e kadar uzanan ve içinde envai çeşit ağacı barındıran ormanları, gölleri ve sayfiye yerleriyle ziyaret edenleri hayran bırakan bir ihtişama sahip her şeyden önce. Otelleri, golf sahaları, lokantaları ve pansiyonlarıyla... misafirlerini rahat ettirmek için ne lazımsa yapıyorlar. Geçen hafta sonu iş adamı, siyasetçi ve çeşitli üniversite öğretim üyelerinden oluşan bir grupla Durusu'ya bir çıkarma yaptık. Maksat, yörede yatırım yapma imkânlarını araştırmak ve üniversite kurmaya müsait olup olmadığına bakmaktı. Sadece üniversite olsa hadi neyse, her bir şeye müsait orası. Bir tarafında Karadeniz, diğer tarafında Terkos Gölü. Üstüne üstlük çepeçevre orman. Durusu Belediye Başkanı Engin Akman, yörenin tanıtımı için elinden geleni ardına koymayan, çalışkan bir kişi. Önce, Durusu Park'ı gezdirdi bize. O kadar hoş bir yer ki, anlatamam. 5 milyon 500 bin metrekarelik bir alana yayılan parkın içinde her türlü tesis mevcut. 75 odalı bir otel, restoran, kafe.. kafa dinlemek için her bir şey var da... Durusu Park'ta iki şey daha var ki, mutlaka görmek lazım: At çiftliği ve Av Müzesi. Hele Av Müzesi. Müzede sergilenen hayvanların hemen hepsi Durusu Park Otel'in eski sahibi Ali Ustay'ın kendi avladığı vahşi hayvanlardan oluşuyor. Böylesine görkemli bir müzeye sahip olur da tanıtımını yapmaz mı insan? Afrika'dan Asya'ya, Amerika'dan Rusya'ya kadar her bir yere ait av hayvanı var bu müzede. Hayvanların bozulmaması için binanın nem oranından sıcaklığına kadar her bir şeyinin ayarlı olması lazım. Sadece bakımı bile başlı başına bir ihtisas işi. Öğrendiğime göre senede bir-iki defa Almanya'dan bir uzman gelip bakım yapıyormuş. Çatalca gibi olmasın! Oradan çıktık... ver elini Karaburun. Karaburun, şirin mi şirin... mütevazı mı mütevazı bir sahil beldesi. Upuzun bir kumsalı var; hem de yeşilliğin hemen bittiği yerde başlıyor bu sahil. Yazın denizin tadını çıkarmak isteyenler için birebir. O küçücük beldede öyle hoş lokanta ve otellerin olduğunu söyleseler inanmazdım. Bizi ağırlayan Gizli Bahçe Restoran'ın sahibi Ümit Kılıç mesela. Eşiyle birlikte işletiyor bu tesisi. 8 odalı bir de otelleri var. Otel değil de ev sanki. O kadar hoş dizayn edilmiş, o kadar sade ki, daha iyisi olamaz!.. Dört dörtlük bir mekan yani. Ümit Kılıç, on parmağında on marifet olan birisi. İzmir'in Armutlu ilçesinde yaptırdığı turşuyu Almanya'ya ihraç ediyor. Bununla sınırlı değil tabii Kılıç'ın yaptıkları. Mudurnu'ya imal ettirdiği helvayı ve Aydın incirini yine Almanya'daki müşterilerine satıyor. Konserve gıdaların hemen hepsi onun ilgi alanına giriyor. Özel üretim yaptırıyor ve özel müşterilerine ihraç ediyor bütün bu ürünleri. Şayet, doğru projeler yapılmaz ve doğru stratejiler çizilmezse henüz bakir olan bu bölge de diğerleri gibi zayi olup gitmeye namzet. Böyle de bir gerçeği var bölgenin. Buna fırsat vermemek lazım. Engin Akman, "İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile görüşmeler yapıyor ve proje üretmeye çalışıyoruz" dedi. Geç bile kalınmış. Bölge yavaş yavaş kirleniyor. Çarpık yapılaşma yetmiyormuş gibi sanayileşme de çok kötü bir görünüm arz ediyor. Bundan 20 sene önceki Çatalca'nın durumunu yaşıyor şimdi orası. O günlerde "Çatalca tarım mı yapsın, sanayileşsin mi?" tartışılıyordu. Kimse proje üretmediği için o güzelim Çatalca çirkinliklerin arasında kaybolup gitti. Karaburun İstanbul'a 55 kilometre uzaklıkla bir yer. Ulaşım imkânı olmuş olsa, işi İstanbul'da olan birisi neden Karaburun'da oturmasın? Hızlı tren, bütün problemleri kökünden halleder aslında. Şayet, altyapısı düzgün kurulur ve doğru ulaşım imkânları sağlanırsa, Karaburun İstanbul'un en nadide yeri olur. Karaburun sadece bir örnek. Bölgede kaç Karaburun var daha. Da, proje yok!.. Orası da bir Acaristan olmadan projelendirmek lazım.